22 Haz 2011

İkibinyirmiiki (Beşinci Bölüm)

Çocuk, yaşadığı yıkım karşısında kendisini yavaş yavaş toparlamaya başlamıştı. Düşününce saçma gelen bir güzergâh olan Fulya üzerinden Beşiktaş evlendirme dairesinin oraya geçecek, oradan da Yıldız’a çıkacaktı. Bu yol saçmaydı çünkü yıkılmadan önce bile dar olan sokakların olduğu semtte artık yol namına bir şey kaldığı söylenemezdi. Manzara en az kaçtığı Mecidiyeköy kadar kötüydü. Beton blokların altından çıkan, yaşlı veya genç veya çocuklara ait vücut parçaları insanın akıl sağlığını bozacak türden görüntülerdi. Fakat yola çıkmıştı bir kere artık. Kendi zayıflığına kızdı bir anlığına. Olan olmuştu zaten ve kız arkadaşı ve sevdiklerine ulaşmak için kararlı ve güçlü olması lazımdı. Bir haftalık cesetlerin kokularını umursamamaya çalışarak yoluna devam etti.
Geçtiği yerlerde yıkılan binaların molozları birbirine karışmıştı. Yeşil boyalı ve üzerinde pastel boya izleri olan bir duvar parçası gözüne takıldı. Kırmızı renkle bir ev ve mavi renkle önüne üç kişilik bir aile çizilmişti duvara. Anne, baba ve kızları. Küçük kızın bunu çizerken kaç yaşında olduğunu düşündü. Acaba depremin olduğu gece kaç yaşındaydı? Kurtulma şansı olmuş muydu? Güçlü ve kararlı ruh hali, kafasından hızlıca geçen bu düşüncelerle dağıldı. Bu enkazın altındaki onca insanı düşünmeye başladı tekrar istemsiz olarak. Çocuklar, yaşlılar, hayatını yeni kurmuş çiftler, yüksek mühendisler, doktorlar, muhasebe müdürleri, mimarlar… Her duvarın üzerine bulaşmış anılar vardı. Hiçbirisi kendi anısı değildi fakat yine de o duvarlardaki her tozun, her çivinin, her kalem izinin bir anlamı olduğunu biliyordu.
Yola çıkalı daha birkaç saat olmasına rağmen yorgun hissediyordu. Yorgunluğu fiziksel değildi. Gördüğü bedenler, aldığı kokular, beynindeki düşüncelerin ağırlığı yormuştu çocuğu. Güneş tepede yükseldiğinde yola çıktığından beri hiç durmamıştı ve yemek yememişti.
Mecburen sürekli değiştirdiği güzergâhı onu Teşvikiye yakınına getirmişti. Yıkımdan önce de hem dar hem yokuş olan yolların kapanmasıyla oldukça zor ilerler hale gelmişti, fakat güneş tepeyi geçtiğinde artık eski Beşiktaş evlendirme dairesinin yakınına gelmişti. 3 sene önce oradaki büyük market ve üzerindeki evlendirme dairesi yıkılmış ve yeşil alan olarak bırakılmıştı. Hemen karşısındaki, içinde tüm dost ülkeler adına dikili, üzerinde bayrakları bulunan küçük anıtları olan, Dünya Barış Parkı ile boyut anlamında yarışamazdı ama yine de geniş ve yakın çevresinde pek yapı bulunmayan bir alandı.
Çocuk bulunduğu noktadan çok sayıda insan görüyordu. Yeşil alana yayılmış insanların yüzlerinden okunan umutsuzluğu görünce istemsiz bir şekilde yüzünü ekşitti. Daha bir önceki gün kendisi de aynı durumdaydı. Dünya Barış Parkı’na doğru yürürken küçük bir kız çocuğu yanına gelip kendisiyle konuşmaya başladı. Kendileriyle kalıp kalmayacağını sorarken gülümsüyordu. Bir an sonra çocuk köprüye gitmesi gerektiğini söylediğinde ise yüzündeki gülümseme yerini hüzün/korku karışımı bir ifadeye bıraktı. Tek bir söz bile etmeden oradan ayrıldı. Çocuk arkasından seslenip sormayı düşündü bu ifadenin sebebini, fakat az bir yolu kalmıştı. Ne görmeyi umuyorsa kendi gözleriyle görmesinin daha doğru olacağına karar verdi ve yürümeye devam etti.
Ihlamur-Yıldız yokuşundan çıkmayı düşünmesine rağmen dik bir açıyla yükselen yolda yıkılan binalar, o yolu kullanmamanın akıllıca olmadığını gösteriyordu açıkça. Kayıp düşme ve kendisini sakatlama riski oldukça yüksekti. Bu sebeple, parkın içinden insanların sorularına veya yorumlarına maruz kalarak geçmek istemese de, başka seçeneği yoktu. Parkta oraya buraya saçılmış molozlar dışında birkaç tane de yeni açılmış hendek vardı. Toprak yarılmış ve bitki örtüsüyle kent mobilyalarının birkaçını içine çekmişti.
Yıldız Teknik Üniversitesi’nin kalıntılarını karşısında görene kadar çevresine fazla dikkat etmeden yürüdü. Eğitimini aldığı ve birkaç yılını geçirdiği binalar yerlerinde yoktu, beton yığınları vardı yerlerinde. O yeşil görüntü ortadan kalkmış ağaçlar bile gri bir tabakanın altına gömülmüştü. Gözüne her şey hastalıklı görünüyordu. Hiçbir şey olması gerektiği şekilde, olması gerektiği yerde, olması gerektiği renkte, olması gerektiği canlılıkta değildi. Sonra yine kendisine döndü düşünceleri. Bir haftadır aynaya bakmıyorum acaba ben nasıl görünüyorum diye merak etti.
Barbaros Bulvarı üzerindeki Yıldız Kavşağı da çökmüştü. Kavşağın iki tarafında da araçlar vardı. Kimi terk edilmiş, kimi yanmış araçlar. Köprü yolunda da bir araç kuyruğu görünüyordu. Köprü tarafından yükselen dumanlar canını sıktı ama yürümeye devam etti. Yürümek zorundaydı…

1 yorum:

İdrak Yolları İltihabı dedi ki...

Köprüden sonra neler olacak acaba?