İkibinyirmiiki

Uykuya dalmadan önce düşüncelere daldı. Tam bir hafta olmuştu. Bir haftadır, yağmalanmış marketlerden arta kalan saçma sapan hazır gıdalarla besleniyordu. Bir haftadır yıkanmamıştı. Bir haftadır uyuduğu yer, yıkılmış bir evin sağlam kalan üç duvarının arasında bir yer yatağıydı. Kendisine ait kalan son iki şeyden birisi kıyafetleriydi, diğeriyse aklı. Ve bir haftadır aklını kaçırmadıysa, bir daha asla aklını kaçırmayacağını düşünerek bölük pörçük uykularından birisine daha daldı.
Son yedi gündür olduğu gibi yirmi iki mayıs günü de güneş onu sabahın erken saatlerinde, gözkapaklarının ince zarını geçerek rahatsız etti ve uyanmasını sağladı. Gözlerini açınca “pazar olması lazım bugünün” diye geçirdi aklından. Sevdiği ve tanıdığı hiç kimseden haber alamamıştı yedi gündür. Tek çocuk olduğu için kardeşi yoktu ve annesiyle babasını dört yıl önceki bir trafik kazasından kaybetmişti. Ardından gelen depresyon sürecinde de evliliği bitmişti. Yeni sevgilisi ve iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar az arkadaşı kendine yetiyordu. Fakat hala hiçbirisinden haber alamamış olması yüzünden içi içini yiyordu.
İlk darbe on üç mayıs gecesi geç saatte gelmişti. Gece saat 01.00 civarı, yalnız başına müzik dinlediği bardan yürüyerek evine dönerken alkolden dolayı dünyasının sallandığını düşünmüştü ayakları yerden bir anlığına kesildiğinde. Fakat yer kabuğundan gelen şiddetli gürültü ile hayatında hiç olmadığı kadar ayıldı. Az miktardaki biyoloji bilgisiyle bunun adrenalinin eseri olduğunu düşünmüştü daha sonra o anı tekrar aklından geçirdiği zaman. Yer kabuğunun gürültüsü ile beraber sarsıntı ve çatırtılar da şiddetini artırdı. Tüm iletişim kanallarının kesilmesi yüzünden yedi gündür depremin şiddetiyle ilgili net bir duyum almamıştı. Fakat ortalıkta dolanan söylentilere göre dokuz civarıydı şiddeti.
Sarsıntı yaklaşık bir dakika civarı sürmüştü. Kendisi tam o sırada Harbiye otobüs durağının yanından geçiyordu ve sarsıntıyı hissetmesiyle beraber durağın metal dikmesine tutunup durarak yerkabuğunun dalgalanmasını izlemişti. Her bir dalgayla ayakları yerden kesiliyor, ayakları kaldırım taşlarına dokunduğunda iki saniye geçmeden gelen bir dalgayla tekrar havalanıyordu. İstanbul’un kötü yapılaşması ve Büyük İstanbul Depremi ile ilgili çocukluğundan beri dinlediği uyarılara rağmen hiçbir hükümetin bu konuya özen göstermemiş olmasının sonuçlarını birkaç saniye sonra göreceğini düşünmüştü. O panik anında nasıl olup da bunu düşündüğüne kendisi de şaşırmıştı ama bu şaşkınlık yıkıldığını gördüğü ilk binayla beraber yerini korkuya bırakmıştı. Biliyordu ki bu yıkımlar birkaç saniye içerisinde zincirleme reaksiyona dönüşecek ve tehlikeli bir hal alacaktı. Yaşadığı şehirle ilgili, her ne kadar acımasız da olsa, yıkılıp baştan inşa edilmesi gerektiğini düşünüyordu zaten. Ama gerçekten de bunu yaşayacağını hiç aklına getirmemişti.

Yirmi iki mayıs sabahı, kız uyandı ve ayaklarına kelepçeler takılmış hissi yaratan korkularından arınarak Avrupa yakasına geçmeye karar verdi. Bu zor olacaktı. İki gün önce bu kararı almasına rağmen sığındığı yıkıntıdan çıkmamıştı. Erenköy’de müstakil bir betonarme binanın kalıntıları arasında, çevresinde yeni tanıştığı bir kazazede grubuyla beraber yaşıyordu bir haftadır. On dört yaşında, bacağı kırık bir çocukla ilgilenmişti ilk günlerde fakat çocuğun ablası ortaya çıkınca, gözleri dolduran kucaklaşma seansından sonra bakım işini ablaya devretmişti.
Uyandıktan ve erzakından küçük bir parça kek yedikten sonra grup arkadaşlarının itirazlarına rağmen yola çıktı. Sokağın karşı tarafındaki yıkıntıların arasında bulduğu küçük bir sırt çantasına yolda ihtiyacı olabilecek eşyaları koyarak yürümeye başladı. Birkaç parça yiyecek, dört küçük pet şişe su, yedek bir çift ayakkabı ve bir adet keten pantolon. Pantolonu ihtiyaçtan çok, kendisine ait olan tek eşya olmasından dolayı yanında taşıyordu.
Eskiden beri Minibüs Caddesi olarak bilinen ve minibüsler trafikten kaldırıldıktan sonra bile aynı isimle anılan yoldan yürümeye başladı. Binaların hemen hepsi tamamen yıkılmıştı, ayakta kalanların ise duvarları kısmi olarak çökmüş, bir zamanlar içinde yaşayan insanların anılarını gözler önüne seriyordu. Koltuk takımları, vitrinler, duvarlarda asılı Arapça yazılar… Kız bunlara bakmamaya çalışıyordu, çünkü her baktığı evle kendi anıları da sondaj yapılmış bir kuyudan petrol fışkırıyormuşçasına, beyninin derinliklerinden fışkırıyordu.
Yürüyeceği güzergahı kafasında belirlemişti. Bu şehirde geçirdiği dört yıla rağmen sokaklar ve yollar hakkında pek bir fikri yoktu. ‘Daha dikkatli olmalıydım’ diye geçirdi içinden ama buna hayıflanacak lüksü yoktu. Caddeden yürüyerek Yeni Sahra’ya dönecek ve oradan da köprü yoluna çıkması gerekecekti. Geçirdiği bu bir hafta içerisinde o taraftan gelen kimseyle karşılaşmamıştı ve Boğaziçi Köprüsü’nün hasar gördüğünü düşünüyordu. Fakat yine de şansını denemek zorundaydı.
Yolda yürürken bu bir hafta içinde hiçbir arama kurtarma ekibiyle karşılaşmamış olduklarının da daha yeni yeni idrakine varıyordu. Şimdiye kadar hükümetin tüm yardım birimlerini sevk etmiş olması gerekiyordu. Kara yolları kapalı olsa bile helikopterler olması gerektiğini düşünerek yol boyunca gökyüzünü de kontrol etti fakat bir helikopteri ne gördü ne de sesini işitti.

Çocuk aklını kurcalayan düşünceleri kafasını sallayarak dağıttı ve ayağa kalkıp ağrıyan vücudunu gererek kaslarını açmaya çalıştı. Hayatı boyunca birilerinin, kendisini düştüğü zor durumlardan kurtarmasını beklemişti ve öncekilerden farksız olarak yine kimse gelip elinden tutmamıştı. Bir kez daha kendi ayakları üzerinde durma sorumluluğunu göğüsleyip hareket etmesi gerekiyordu. Yıkılan evinin kalıntıları arasından kendisine ait birkaç eşya bulmayı başarmıştı ve bunlar arasında çocuğu en çok sevindiren, hasarsız bir şekilde bulduğu dijital müzik çalarıydı. İçindeki şarkılar her dinlediğinde adrenalin salgılamasında yardımcı olur ve kendisine enerji verirdi.
Bataryası dolu olan müzik çalarını cebine koydu ve deprem sırasında üzerinde olan çapraz asılan küçük çantasının içini ambalajlanmış hazır yiyeceklerle doldurup yola çıkmak için hazırlandı. Kıyafetleri bir haftanın pisliğini taşısa da sağlamdı ve daha uzun süre dayanırdı. Arkadaşlarının hemen hepsi ve sevgilisi Anadolu yakasında oturuyordu ve onlara ulaşması gerektiğini biliyordu. Bu yüzden yıkılmış olması ihtimaline rağmen Boğaziçi köprüsünden denemeye başlamaya karar verdi.
Köprüye yakın olduğu için ulaşması kolaydı ama yıkımın boyutlarını öğrenmek için Osmanbey Caddesi üzerinden Mecidiyeköy’e ve oradan da köprü yoluna çıkarak biraz yolunu uzatmanın bir zararı olmayacaktı. Sabahın bu erken saatinde yola çıkarak sakin bir tempoyla öğlen olmadan köprüye varabilirdi. Bu düşüncelerle yıkıntıların arasından yürümeye başladı. Çok az sayıda insan sağda solda uyuyor veya yiyecek bir şeyler aranıyordu. Onlara yardım etmek geçti bir an içinden, elindeki yiyeceklerinden bir kısmını onlara vermek istedi. Fakat hayatta kalma güdüsü ağır bastı ve yardım etmesi gereken ilk kişinin kendisi olduğu gerçeğiyle yoluna devam etti.
Osmanbey’de Atatürk Evi ve biraz daha ileride yolun karşısındaki bir eski eser bina hariç diğer yapıların tamamı yerle bir olmuştu. Atatürk Evi’nin ayakta kalmasıyla ilgili, son on yılda ismini aldığı kişiye atılan çamurlar ve edilen hakaretlere bir cevap olarak yıkılmadığını düşündü ve gülümsedi. Fakat hemen ardından, yürürken üzerinden geçmek zorunda kaldığı yıkıntıların hangi binalara ve hangi hayatlara ait olduğunu, beraberinde neler götürdüğünü düşündüğünde içini derin bir hüzün kapladı. Mecidiyeköy meydanına geldiğinde hasarın boyutları gözünde bir kat daha büyüdü. Binalarla beraber yıkılan üst yolun, araçların da infilak etmesine neden olduğu anlaşılıyordu. Yıkıntıların ve yanmış insanların kalıntılarının üzerini küller kaplamış, ölü bedenlerin keskin kokusu, yanmış araç ve binaların kokusuna karışmıştı. Bulunduğu mesafeden bile midesine hakim olamayan çocuk bu manzaraya daha fazla dayanamayacağına karar vererek geldiği yönde tekrar yürümeye başladı. Köprüye giden başka yolları denemeliydi.
“Keşke hiç yerimden kıpırdamasaydım” diye düşünürken, bir haftadır ilk kez gözlerinden süzülen yaşları hissetti ve yaşlar görüş açısını kapatırken içgüdüsel olarak kendisini Fulya üzerinden köprü yoluna çıkaracak bir güzergâhı takip ediyordu.
Kız Minibüs Caddesi’nde zorlukla yürüyordu. Geniş bir cadde olmasına rağmen yıkılan binaların beton parçaları her yöne saçılmış ve yığıntılar oluşturmuştu. Kendisi gibi belirli bir amaç için kendinden emin adımlarla hareket eden insanlar olduğu gibi, yıkıntılar arasından kullanılabilir eşyaları ayıklayan birkaç insan da vardı. Şanslı azınlık diye geçirdi içinden kız. Sonra hemen fikrini değiştirdi. Şanssız azınlık…
Yolculuk kız için yorucuydu. Sürekli tırmanmaya, atlamaya, zıplamaya alışık değildi vücudu. Bir yandan beton blokların arasından geçmeye çalışırken, diğer yandan babasını dinlemeyip sporla hiç ilgilenmediği için kendisine kızıyordu. Fakat böylece kafasını meşgul ediyor ve çevresindeki yıkımın ciddiyetiyle pek ilgilenmiyordu.
Minibüs Caddesi’nden İnönü Caddesi’ne döndü. Kozyatağı Köprülü Kavşağına çok uzun bir mesafe olmamasına rağmen bu yolu da iki saatte zorlukla tamamlayabildi. Güneş gökyüzünde yükselmiş ve bulutsuz hava sayesinde sıcaklığını hissettiriyordu. Saati olmayan kız saatin öğlen bir civarı olduğunu tahmin etti ve bir paket kek ve birkaç yudum sudan oluşan öğle yemeğini yemek için beton bir bloğun gölgesine oturdu. Hala hiçbir yardım ekibi yoktu görünürde.
Yemeğini tamamladıktan sonra Kozyatağı Köprüsü’nün üzerine çıktı ve son bir haftadır deprem anı dışında kanını donduran tek şey bu görüntü oldu. Daha birkaç hafta önce sevgilisiyle izledikleri zombi filmlerini andıran bir sahneydi karşısındaki. Yol boyunca yıkılmış binalar; terk edilmiş, yanmış ve kısmen çöken yolların içine kaymış arabalar; yanarak veya çıkan muhtemel izdihamda ezilerek ölmüş insanlar… Kafasını meşgul ederek yürüdüğü yollarda neden bu kadar korkunç bir sahne olmadığını düşündü hemen, fakat yanıt basitti. Gece vakti gelen deprem, insanların beton yığınlarının altında, gözlerden uzak kalmasını sağlamıştı.
Biraz ileride yolun sağında Yeni Sahra köprüsünün yakınındaki alışveriş merkezinin katları, bu mesafeden bile üst üste istiflenmiş beton tablalar olarak seçilebiliyordu. Kızın bu yolu seçerken yiyecek bulmayı ümit ettiği binalardan birisiydi bu alışveriş merkezi. Fakat gördüğü manzaradan sonra midesindeki yiyecekleri yerinde tutmak için bile çaba harcaması gerekiyordu. Ters peristaltik hareketini birkaç kez yutkunarak engelledi ve gözlerinden akan yaşları silip tedirgin bir şekilde köprüden aşağıya inen bir yol buldu. Her ne olursa olsun Boğaziçi Köprüsü’nü denemek zorundaydı.
Yolun kenarındaki yıkılmış binaların ve beton yığınlarının arasından gitmektense, her ne kadar yanmış ve kötü görünüyor olsalar da araçların arasından, gerekirse üstlerinden yürümeye karar verdi. Fakat çok kısa bir süre sonra durumun, köprünün üzerinden gördüğünden çok daha kötü olduğunu anladı. Bir haftalık cesetlerin kokusu bazı noktalarda dayanılmaz bir hal alıyordu. Bir gaz maskemin olması için ne gerekiyorsa verirdim diye düşündü o anlarda. Gerekirse bedenimi bile…
Çocuk, yaşadığı yıkım karşısında kendisini yavaş yavaş toparlamaya başlamıştı. Düşününce saçma gelen bir güzergâh olan Fulya üzerinden Beşiktaş evlendirme dairesinin oraya geçecek, oradan da Yıldız’a çıkacaktı. Bu yol saçmaydı çünkü yıkılmadan önce bile dar olan sokakların olduğu semtte artık yol namına bir şey kaldığı söylenemezdi. Manzara en az kaçtığı Mecidiyeköy kadar kötüydü. Beton blokların altından çıkan, yaşlı veya genç veya çocuklara ait vücut parçaları insanın akıl sağlığını bozacak türden görüntülerdi. Fakat yola çıkmıştı bir kere artık. Kendi zayıflığına kızdı bir anlığına. Olan olmuştu zaten ve kız arkadaşı ve sevdiklerine ulaşmak için kararlı ve güçlü olması lazımdı. Bir haftalık cesetlerin kokularını umursamamaya çalışarak yoluna devam etti.
Geçtiği yerlerde yıkılan binaların molozları birbirine karışmıştı. Yeşil boyalı ve üzerinde pastel boya izleri olan bir duvar parçası gözüne takıldı. Kırmızı renkle bir ev ve mavi renkle önüne üç kişilik bir aile çizilmişti duvara. Anne, baba ve kızları. Küçük kızın bunu çizerken kaç yaşında olduğunu düşündü. Acaba depremin olduğu gece kaç yaşındaydı? Kurtulma şansı olmuş muydu? Güçlü ve kararlı ruh hali, kafasından hızlıca geçen bu düşüncelerle dağıldı. Bu enkazın altındaki onca insanı düşünmeye başladı tekrar istemsiz olarak. Çocuklar, yaşlılar, hayatını yeni kurmuş çiftler, yüksek mühendisler, doktorlar, muhasebe müdürleri, mimarlar… Her duvarın üzerine bulaşmış anılar vardı. Hiçbirisi kendi anısı değildi fakat yine de o duvarlardaki her tozun, her çivinin, her kalem izinin bir anlamı olduğunu biliyordu.
Yola çıkalı daha birkaç saat olmasına rağmen yorgun hissediyordu. Yorgunluğu fiziksel değildi. Gördüğü bedenler, aldığı kokular, beynindeki düşüncelerin ağırlığı yormuştu çocuğu. Güneş tepede yükseldiğinde yola çıktığından beri hiç durmamıştı ve yemek yememişti.
Mecburen sürekli değiştirdiği güzergâhı onu Teşvikiye yakınına getirmişti. Yıkımdan önce de hem dar hem yokuş olan yolların kapanmasıyla oldukça zor ilerler hale gelmişti, fakat güneş tepeyi geçtiğinde artık eski Beşiktaş evlendirme dairesinin yakınına gelmişti. 3 sene önce oradaki büyük market ve üzerindeki evlendirme dairesi yıkılmış ve yeşil alan olarak bırakılmıştı. Hemen karşısındaki, içinde tüm dost ülkeler adına dikili, üzerinde bayrakları bulunan küçük anıtları olan, Dünya Barış Parkı ile boyut anlamında yarışamazdı ama yine de geniş ve yakın çevresinde pek yapı bulunmayan bir alandı.
Çocuk bulunduğu noktadan çok sayıda insan görüyordu. Yeşil alana yayılmış insanların yüzlerinden okunan umutsuzluğu görünce istemsiz bir şekilde yüzünü ekşitti. Daha bir önceki gün kendisi de aynı durumdaydı. Dünya Barış Parkı’na doğru yürürken küçük bir kız çocuğu yanına gelip kendisiyle konuşmaya başladı. Kendileriyle kalıp kalmayacağını sorarken gülümsüyordu. Bir an sonra çocuk köprüye gitmesi gerektiğini söylediğinde ise yüzündeki gülümseme yerini hüzün/korku karışımı bir ifadeye bıraktı. Tek bir söz bile etmeden oradan ayrıldı. Çocuk arkasından seslenip sormayı düşündü bu ifadenin sebebini, fakat az bir yolu kalmıştı. Ne görmeyi umuyorsa kendi gözleriyle görmesinin daha doğru olacağına karar verdi ve yürümeye devam etti.
Ihlamur-Yıldız yokuşundan çıkmayı düşünmesine rağmen dik bir açıyla yükselen yolda yıkılan binalar, o yolu kullanmamanın akıllıca olmadığını gösteriyordu açıkça. Kayıp düşme ve kendisini sakatlama riski oldukça yüksekti. Bu sebeple, parkın içinden insanların sorularına veya yorumlarına maruz kalarak geçmek istemese de, başka seçeneği yoktu. Parkta oraya buraya saçılmış molozlar dışında birkaç tane de yeni açılmış hendek vardı. Toprak yarılmış ve bitki örtüsüyle kent mobilyalarının birkaçını içine çekmişti.
Yıldız Teknik Üniversitesi’nin kalıntılarını karşısında görene kadar çevresine fazla dikkat etmeden yürüdü. Eğitimini aldığı ve birkaç yılını geçirdiği binalar yerlerinde yoktu, beton yığınları vardı yerlerinde. O yeşil görüntü ortadan kalkmış ağaçlar bile gri bir tabakanın altına gömülmüştü. Gözüne her şey hastalıklı görünüyordu. Hiçbir şey olması gerektiği şekilde, olması gerektiği yerde, olması gerektiği renkte, olması gerektiği canlılıkta değildi. Sonra yine kendisine döndü düşünceleri. Bir haftadır aynaya bakmıyorum acaba ben nasıl görünüyorum diye merak etti.
Barbaros Bulvarı üzerindeki Yıldız Kavşağı da çökmüştü. Kavşağın iki tarafında da araçlar vardı. Kimi terk edilmiş, kimi yanmış araçlar. Köprü yolunda da bir araç kuyruğu görünüyordu. Köprü tarafından yükselen dumanlar canını sıktı ama yürümeye devam etti. Yürümek zorundaydı…
Kız arabaların arasında uzun süre yol aldı. Sağına soluna bakmaktan kaçınıyordu. Sadece gözleriyle yolu takip ediyor ve basacağı yerin sağlamlığı için önüne bakıyordu. Göztepe kavşağını geçerken zorlandığını düşünmüştü. Köprü ve kavşak tamamen yıkılmıştı ve kırılmış beton, üzerinde yürümeyi zorlaştırmasının yanı sıra beton parçalarının içinden fırlayan inşaat demirleri de ayrı bir tehdit oluşturuyordu. Yıkıntının çevresinden dolaşmasına rağmen görmediği paslı bir demir parçası bacağını kesti. Yaşadığı onca şeyden sonra bunu önemsemeyen kız, yarayı basitçe pantolonunun kumaşına silerek yola devam etti.
Uzunçayır Kavşağı’na geldiğinde ise asıl sıkıntıyı burada yaşayacağını fark etti. Son yıllardaki yapılaşma yüzünden Uzunçayır mevkii çok katlı yapılarla dolmuştu. Kız her ne kadar depreme dayanıklı konutlar diye reklamları yapıldığını hatırlasa da hiçbir binanın bir hafta önceki sarsıntıya dayanamadığı ortadaydı. Köprü bağlantı yolu geniş olmasına rağmen binaların bir kısmın çökmek yerine devrilerek yıkılması sonucu, yolun bu kısmında kız oldukça zorlandı. Ama hava kararana kadar durmamaya kararlıydı.
Çocuk yürümek zorunda olduğunu düşünse de havanın kararmaya başladığını gördü ve kol ve bacaklarındaki yorgunluğa bağlı yanma hissini göz ardı edemedi. Sığınacak üstü kapalı bir yer göremediği için, okuduğu üniversitenin eskiden yeşil, o gün gri olan çimlerine doğru yöneldi. Yere uzandı ve gün boyunca gördüklerini hazmetmeye çalıştı. Evi olmayan, açıkta yaşayan insanlar, kaçmak için vakti olmayan büyük çoğunluk, çökmüş apartmanlar ve yollar, cesetlerin görüntüleri ve kokuları…
Gözleri o gün ikinci kez dolmaya başlayınca bütün o olumsuz bakışı bir kenara bırakıp başka şeyler düşünmeyi denedi. Bir medeniyeti tekrar inşa etmeleri gerekecekti hayatta kalanlar olarak. Bir yerlerde mutlaka bütün bunların altından kalkmalarını sağlayacak bilim adamları, zanaatkârlar, sanatçılar, ustalar, doktorlar, mühendisler, marangozlar… olduğunu düşünüyordu. Bu fikir biraz olsun kendisine gelmesini sağladı. En azından uykuya dalmadan önce kâbus görmeyecek kadar iyi hissediyordu.
Kız tüm engelleri bir şekilde aşarak yoluna devam ediyordu. Hava kararmaya başladığında Altunizade Köprüsü’ne ulaşmıştı ve artık gücü tükenmek üzereydi. Burasının Uzunçayır gibi tamamen yapılaşmaması sayesinde, dinlenebileceği bir açık alan çarptı gözüne. Geceyi burada geçirmeye karar verdi. Aynı alanın bir köşesinde orta yaşın altında iki kız bir erkekten oluşan üç kişi oturuyordu. Gün boyunca tek tük gördüğü kişilerle hiç konuşmadan yoluna devam etmişti. Fakat bu üçlüye yaklaşıp sohbet etmeyi planlayarak yanlarına yaklaştı. Kendilerine yaklaşan kızı gören üçlü önce davranarak selam verdiler. Üçlünün erkek olanı, bir ateş yakmak için sağdan soldan yanabilen ne varsa toplayıp bir kenara yığıyordu. Kâğıtlar, kuru ot ve dal parçaları. Ateş üşüdükleri için değil, gecenin karanlığında yıldızlarla aydan başka ışık kaynağı olmadığı için yakılacaktı.
Dörtlü havanın kararmasıyla beraber sohbeti koyulaştırmıştı. Kız, diğerlerinin İzmit’den geldiğini ve orada da durumun farklı olmadığını öğrendi. Bir yetkili ya da yardım bulmak için İstanbul’u denemeye karar veren üçlü de buraya gelince hayal kırıklığına uğramışlardı. Yaklaşık 4 gündür yolda olmalarına rağmen yardım bulmak bir kenara insan bulmakta bile zorlanmışlardı.
“Hala herkes deprem olduğunu sanıyor bunun” dedi kızlardan birisi. Sonra diğer ikisinin sert bakışını görünce, susmadan önce bir cümle daha kurdu: “Nasıl olsa yarın kendi özleriyle görecek neden anlatamıyoruz ki?”.
Adam araya girerek o gün kendilerinin de köprüyü denediklerini fakat gördükleri manzara karşısında geri dönmek zorunda kaldıklarını anlattı. Tam olarak ne gördüklerinden bahsetmedi ve konuyu “Kendi gözlerinle görmen en doğrusu, biz de İzmit’den ayrılmadan önce benzer bir şeyler duymuştuk ama görene kadar inanmamıştık” diyerek kapattı. Kız her ne kadar merak etse de soru sorma dürtüsünü bastırdı.
Çocuk sabahın ilk ışıklarıyla uyandı. Biçimsiz bir zeminde yattığı için sırtı ve beli ağrımıştı. Önceki günün yorgunluğu ve kas ağrıları da adamın fazladan homurdanmasına sebep oldu. Güneşli bir güne uyanıp bu kadar şikâyet edebileceğini hiç tahmin etmezdi. Ayağa kalktı ve vücudunu sağa sola hareket ettirerek üzerindeki ağırlığı atmaya çalıştı. Yanındaki küçük şişedeki sulardan birisiyle yüzünü yıkadı ve çantasına tıktığı az miktardaki yiyecekten bir kısmını kahvaltı olarak midesine indirdi. Doymamasına rağmen erzakını idareli kullanmalıydı. Zaten en fazla ertesi gün de yetecek kadar yiyeceği kalmıştı. Suyu ise daha azdı. Ayağa kalktı ve yürümeye başladı.
Yeşilliklerden hemen yola indi ve araçların arasından yürümeye başladı. Artık bu görüntüleri biraz da olsa kabullenmeye başlamıştı. Şehre sinen o koku da olmasa her şey daha katlanılır olacaktı gerçi ama seçme şansı yoktu. Köprü yolundaki araç sayısı Barbaros Bulvarı’ndakinden daha azdı. Fakat köprüye yaklaştıkça yanmış araç sayısı da artıyordu. Boğaz görüş alanına girmeye başladığında ilk dikkatini çeken köprünün taşıyıcı dikmelerini ve kabloları oldu. Olması gereken yerde değillerdi. Hatta görebildiği herhangi bir yerde de değillerdi. Çocuğun içini bir korku sardı. Sevdiklerine ulaşamayacağını ilk anladığı andı bu.
Kız sabahın ilk ışıklarıyla uyandı. Diğer üçü gözlerine bağladıkları kumaş parçaları sayesinde güneşten etkilenmemişlerdi ve hala uyuyorlardı. Kız kahvaltı olarak ayırdığı keki yiyip, üçlünün suyunun bir kısmını da yüzünü yıkamak için kullandı. Diğerlerini uyandırmadan köprüye doğru yürümeye başladı. Burhaniye Mahallesi’nin üzerinden geçerken içini bir huzursuzluk kapladı. Bir şeylerin olması gerektiği gibi olmadığını fark etti. Köprünün Anadolu yakasındaki taşıyıcı dikmelerinin eksikliği ani bir şok etkisi yarattı ve kız dengesini kaybederek yere yığıldı. Karşıya geçemeyecekti. Tüm o sarsıntı ve kusma isteğine rağmen ayağa kalkarak yola devam etti. Her şeyi görmek istiyordu. Görmek zorundaydı. Birkaç dakika sonra ikinci darbeyi yedi. Fakat bu seferki karşılayabileceğinden de fazlaydı. Boğazın mavi suları gitmişti. Gözlerine inanamayarak uzun bir süre kısmen arabaların üzerinden kısmen yanlarından koştu. Her adımıyla manzara daha da netleşiyordu.
Boğaziçi köprüsü artık tamamen görüş alanına girmişti. Daha doğrusu köprünün olması gereken yer ve arta kalan parçası. Köprü iki yakadaki ilk dikmelerinin üzerindeki kısımları hariç tamamen yıkılmıştı. Boğazın suyunun tamamen boşalmış olmasıyla oluşan kanyonda her türde ve her boyutta deniz taşıtı toprağın üzerine serpilmiş gibiydi. Birçoğunun gövdesindeki hasarlardan o hengâmede çarpıştıkları anlaşılıyordu. Çarpışma sırasında alev alanlar, üzerindeki kararmalarla kendini belli ediyordu. Bütün bu görüntü aklından geçerken neler olmuş olabileceğini düşündü kız. Gerçekten de bir deprem bu kadar olaya sebep olabilir mi? Diye geçirdi aklından bilinçsizce.
İrili ufaklı gemilerden ve teknelerden gözünü alıp zemine odaklandı bir süre. Oluşan kanyonun dibinde büyük ölçekli bir yarık vardı. Gördüğü kadarıyla tüm boğaz boyunca devem eden bu yarık yaklaşık 4 katlı bir bina genişliğindeydi. Yarığın içinde de birkaç tane deniz taşıtı görünüyordu. Çekilen – ya da nereye gittiğini bilmediğim diye düşündü kız – suyla beraber o tekne ve vapurları da yarığa çekmiş olduğunu düşündü. Korkudan adımları yavaşlamış kız köprünün ayakta kalan son parçasına doğru ilerlemeye başladı.
İçini saran korku adrenalin salgılamasına sebep oldu ve çocuğun hareketleri hızlandı. Köprüye doğru koşmaya başladı fakat araçlar ve çöküntüler tüm hızıyla gitmesini engelliyordu. Buradan araçla her geçişinde karşı yakadaki Beylerbeyi Sarayına hayranlıkla bakardı. Bilinçsizce ilk görmeye çalıştığı şey o oldu fakat henüz görüş alanına girmemişti. Kafası karışan çocuk biraz düşündü ve yapıyı görememesinin sebebini anladığı anda koşu hızını birden kaybedip nefes nefese ve yuvalarından fırlamış gözlerle derin kanyona bakakaldı. Beylerbeyi Sarayı’nı göremiyordu çünkü saray yerinde yoktu. Biraz sola geçip baktığı zaman sarayın kalıntılarının boğazın sularının olması gereken yerdeki kanyonun dibinde olduğunu gördü. Hala gözlerine inanamıyordu. Köprünün ayakta kalan tek kısmına doğru yürüdü ve korkunç manzarayı izledi bir süre.
Severek gezdiği, çok vakit geçirdiği yerlere baktı önce. Salacak sahili yok olmuştu. Artık sadece kanyona dökülen toprak ve beton yıkıntılarından ibaretti. Kuleli Askeri Lisesi de Beylerbeyi Sarayı gibi Kanyonun dibinde parçalar halinde yatıyordu. Bu mesafeden net göremese de Kız Kulesi’nin de yerinde olmadığını fark etti. Ve her şeyin ötesinde köprü yıkılmıştı. Yıkıntıya baktığında tam da altından bir gemi geçtiği sırada yıkıldığı anlaşılıyordu. Siyah gövde üzerine tek bir kırmızı şeritle, şeridin üzerinde Kiril alfabesinden birkaç harfin görüldüğü bir yük gemisiydi. Kanyonun görülebilen kısmında bir yaşam belirtisine rastlamak için umutla iki yönü de taradı fakat hareket eden bir taş parçası bile göremedi. Aklı biraz başına geldiğinde tek bir şeye anlam veremedi. O kadar su nereye gitmişti?
Kız, köprü kalıntısının ucuna oturdu. Hissizleşmişti. Karşı kıyıda sürekli gördüğü siluet yerini düz ve gri bir tabakaya bırakmıştı. Levent - Maslak arasındaki gökdelenler yoktu. Sol tarafında Tarihi Yarımada’daki minareler ve kubbeler de aynı şekilde. Dolmabahçe ve Çırağan Sarayları kanyonun dibinde yatıyorlardı. Bildiği her semt yok olmuş, tanıdığı tüm insanlar kaybolmuştu. İstanbul dışında da durumun aynı olduğunu öğrenmişti. Yiyeceği ve suyu bitmek üzereydi. Tutunacak ne var diye düşünerek karşıya, köprünün diğer ucuna çevirdi gözlerini. Bir hareket çarptı gözüne.
Çocuk köprünün ucuna kadar geldi. Yükseklik korkusu yoktu ve bacaklarını kenardan sallandırarak yıkıntının kenarına oturdu. Kendisini var eden tüm somut dünyanın yok olduğunu artık biliyordu. Sevdiklerinden de umudunu kesmişti birkaç dakika önce. Kendisine bir amaç bulmazsa aklını kaçıracağını biliyordu. Kafasını kaldırıp köprünün karşı kıyıda kalan son diğer parçasına baktı. Orada oturan birisini zorlukla seçebildi ve onun dikkatini çekmek için ayağa kalkıp zıplamaya başladı.
Kız tekrar ayağa kalkıp karşı tarafa el sallamaya başladı. Sebebini bilmediği bir umut kapladı içini…
Çocuk karşılık görünce birden yeni amacını bulmuş oldu. Karşıya geçmenin bir yolunu bulmalıydı…

Devam etmeyecek...