Büyücü amacına ulaşmak üzereydi. Geminin pruvasından bakarken aradığı adayı görebiliyordu yoğun olmayan sislerin arasından. Yanında uzun zamandır yoldaşı olan druid, Tar’da kendilerine katılan yarı peri ve mavi saçlı adam vardı.
Tar’dan yola çıktıklarından beri aylar geçmişti. Kiraladıkları Denizin Gözü isimli geminin kaptanı ve mürettebatıyla artık oldukça samimi olmuşlardı. Atlattıkları o kadar tehlikeden sonra güvenle ve dostlukla gelen bir samimiyetti bu. Gemi, ismini karmaşık bir gemici düğümünden almıştı. Orta yaşına rağmen tam bir deniz kurdu olan Kaptan vermişti gemiye ismini. Birkaç yıl önce kumarda başka bir kaptandan kazandığı gemi üzerinde aylarca uğraşmış ve Mercan Denizleri’nin en hızlı ve manevra kabiliyeti en yüksek gemisi haline getirmişti. Kaptan dörtlü gruptan ayrı olarak geminin arka tarafında dümen kısmında duruyor. Olası tehlikelere karşı mürettebatından gelecek raporları bekliyordu. Fakat beklenenin aksine adanın gözetlenebilir çevresinde hiçbir gemi bulunmuyordu.
Pruvadaki dört kişi, yüzlerindeki ifadeler farklı olsa da aynı şeyi düşünüyordu: Tanrıların Adası. Mercan Denizleri’nden çok uzaktaydılar artık ve bulundukları yer dünyadaki tüm haritaların sınırlarının dışındaydı. Tanrıların Adası. Mavi saçlı adam sert yüz ifadesiyle dikkatlice adaya bakıyor ve sanki diğerlerinin göremediği şeyler görüyormuş gibi ana dilinde söyleniyordu. Neler söylediğine dair yarı peri hariç kimsenin bir fikri yoktu. Yarı perinin ise o konuştukça yüz ifadesi değişiyordu. Ama giderek daha çok heyecanlandığı belli oluyordu gözlerindeki ışıltıdan. Yerinde duramayan bir çocuk gibi havaya sıçradı sonunda ve mavi saçlı adamın boynuna sarıldı. “Bulduk...” diye haykırdı. Denize atlayıp Denizin Gözü’nden daha önce varmaya çalışacakmış gibi bir hali vardı. Druidin yüzünde ise sanki adayla iletişime geçmeye çalışıyormuş gibi bir çabanın izleri vardı. Büyücü ise her zamanki gibiydi. Sakin, hafif bir gülümsemeyle ellerini arkasında birleştirmiş karşısına bakıyordu ve bir yandan da okuya okuya ezberlediği eski hikayeler birer birer aklından geçiyordu.
Eski hikâyeler dünyayı yaratan tanrılardan bahsederlerdi. Hayatı, tüm türleri ve ırkları, bitkileri, büyüyü dünyaya getiren tanrılar. Şu anda hiçbir şekilde kendilerini göstermeyen, sadece tapınılan ve yeminlerde adı geçen iyi ve kötü tanrılar. Dört yoldaştan hiçbiri dindar değildi. Zor hayatlarında önemseyecek daha ciddi konular vardı. Büyücü ise kendilerini terk eden tanrıları hiç umursamıyordu. Ama bu konu onun için bir gizemdi ve hayatının son yıllarını onları bulmaya adamıştı.
Tüm hikâyeler tanrıların uzak adalarda olduğundan bahsederdi. Dünyevi işlerini bitirdikten sonra dünyanın gidişatını izledikleri ve rahatsız edilmek istemedikleri adalar olduğu anlatılırdı. Çocukluğundan beri anlatılan bu hikâyelerde büyü gücünün de tanrılar tarafından yaşayanlara bahşedildiği gibi, büyünün onların yeryüzünde yaşadıkları dönemin enerjisi olduğundan bahsedenler de vardı. Büyücü hem kendi iç huzuru, hem de gücünün kaynağını öğrenmek için bu adaları arama işine girişmişti. Kendi heyecanını paylaşan druid ve sırf macera arayışıyla ekibe katılan yarı peri ve mavi saçlı adam da büyücünün içini rahatlatıyordu.
Denizin Gözü adaya temkinli bir şekilde yaklaşırken mavi saçlı adam diğerlerinden çok daha keskin gözleriyle, hafif sis perdesinin arkasını da görerek adayı tarif etmeye başladı: “Çok az yükselti var adada. Kumsaldan sonrası tamamen yeşil. Ama ağaçların türünü anlayamıyorum. Atalarımın efsanelerinde geçen ağaçlara benziyorlar diyebilirim sadece. Bu mesafeden herhangi bir canlı göremiyorum.”
Druid yüzünde büyük bir şaşkınlık ve heyecanla araya girdi: “Hiçbir ağacın bu kadar net şarkı söylediğine şahit olmamıştım. Dillerini anlamıyorum ama içimi bir huzur kaplıyor.”
Büyücü yol arkadaşlarına baktı ve böyle güçlü müttefikleri olduğu için çok şanslı olduğunu düşündü. Dördü birlikteyken tanrılara bile kafa tutabileceğini düşünüyordu. Druid ile adaları aramaya başlamadan çok önce tanışmıştı. Druidin sevgilisinin de dahil olduğu gölge ırkının gizemlerini araştırırken yolları çakışmış ve sonraki tüm yolculuklarını beraber yapmışlardı (Bu başka bir hikayenin konusu). Druidin küçük yaşlardan itibaren doğaya karşı olan korumacı tavrı hayatına yön vermiş ve zaman ilerledikçe doğanın kendisine sunduğu özelliklerin farkına varmaya başlamıştı. Küçük bir köyde yetişen druid, küçük yaşlarında bile yakacak olarak kesilen ağaçları için yas tutar, kendi evinde babasının ağaçları kesmesine izin vermezdi. Ormandaki ağaçların dökülmüş ölü dalları da kışı geçirmelerine yeterken canlı bir ağacı kesmenin şuursuzluğunu asla anlamamıştı. Zaman içinde ağaçların kendisiyle konuştuğunu ve onlara yaklaşımından dolayı teşekkür ettiğini fark etti. Bu sesli bir konuşma değildi tabi ki. Sadece bir histi. Ormanda daha çok vakit geçirmeye başlamış, orman yaratıklarıyla da ilişki kurmayı öğrenmişti. Gözleriyle göremese de, ormandaki tüm canlıları hissediyor, yerlerini ve bir sonraki hamlelerini biliyor hale gelmişti. Doğadan öğrendiği irfanın sınırları yoktu ve uzun süredir dost olmalarına rağmen her gün büyücüyü şaşırtacak bir yol bulabiliyordu. Hem günlük hayatta, hem de çatışma sırasında.
Dörtlü grubun arasında orta boyu ve ince bedeni yüzünden en zayıf görüneni yarı periydi, fakat görünüşün ne kadar aldatıcı olabileceğinin kanıtıydı adeta bu kız. Gümüş zırhını giyip ellerinde efsunlu kılıcı ve kurt armalı kalkanıyla tam bir savaş leydisine dönüşüyordu. Mavi saçlı adam ile beraber ise kusursuz bir ikili oluyorlardı. Şövalye bir baba ile peri bir annenin kızı olan yarı peri, kasabasının yıllar önceki minotor akınında katledilmesi üzerine ailesini kaybetmiş ve onaltı yaşında yollara düşmek zorunda kalmıştı. Babasından aldığı savaş eğitimi ile uzun bir süre başının çaresine bakan ve katliamdan sonra Diken Dağları’na kaçan yarı peri koruyucusu, yoldaşı ve sevgilisi olan mavi saçlı adamla dağlarda sığınmak zorunda olduğu bir mağarada karşılaşmıştı. (Bu da başka bir hikayenin konusu).
Mavi saçlı adam ise büyücünün hayatı boyunca tanışmayı hayal bile edemeyeceği birisiydi. Efsanelerde adı geçen ve eski zamanların savaşlarında önemli yer tutan savaşçılardandı. Tam olarak yaşını yarı peri dışında bilen yoktu ve kendisi de bu soru her sorulduğunda gülümseyerek konuyu değiştiriyordu. Yaptıkları sohbetler sonucunda büyücünün tahminlerine göre elli yıllık bir sapma payıyla yaşı dokuz yüz civarı olmalıydı. Gerçek formunu gemi mürettebatı bir deniz savaşı sırasında görmüştü ve ilk başta korkudan donakalmalarına rağmen yanlarında böyle bir güç olmasından dolayı savaşı hızla kazanmışlardı. Kaptan ve tüm mürettebat ondan uzak durmasa da saygıyla karışık bir korku duydukları ortadaydı. Kaptan dışında tüm mürettebat göz göze gelmekten kaçınıyordu, çünkü insan formunda değiştirmediği tek görüntü gözleriydi.
Büyücü, dostlarının yanından ayrılıp kaptanın yanına, geminin kıç tarafına yürüdü. Kaptanın ada hakkındaki fikirlerini öğrenmek istiyordu. Nasıl yaklaşacaklarına ve karaya çıkıp çıkmayacaklarına karar vermeleri gerekiyordu. Gözlerinde hiçbir korku ve endişe emaresi olmayan kaptan yine de adanın yakın çevresinde bir tam tur atarak mümkün olduğu kadar incelemek istediğini belirtti. “Karşılaşacağımız sürprizleri minimize etmeye çalışmak bu noktada en doğrusu. Karşımıza çıkacak varlıkların ölümlü olmadığını varsayıyoruz ne de olsa.”dedi büyücüye yüzünde bir gülümsemeyle. Büyücü her ne kadar karaya adım atmak için sabırsız olsa da Denizin Gözü’nün adaya daha çok yaklaşması için sabretmesi gerektiğini biliyordu.
Adada bulundukları noktadan göründüğü kadarıyla bir burun veya koy yoktu. Sanki kalemle çizilmiş gibi tam yuvarlak görünüyordu kıyılar. Adaya yaklaşırken bir yandan da mürettebattan dört kişi su derinliğini kontrol ediyordu. Hiç bilmedikleri bu kıyılarda karaya saplanıp, kurtulmak için gelgit beklemek gibi bir niyetleri yoktu. Kaptan, durumu ne kadar hâkimiyeti altında tutarsa riskleri de o kadar azaltacağını bilecek kadar deneyimliydi.
Adaya yaklaşık iki yüz metre kala geminin burnunu çevirip ada çevresinde dolanmak üzere yol almaya başladılar. Hızlanmamak için tek yelkenle yol alıyorlardı. Kaptan dümeni yardımcısına bırakarak büyücü ile beraber sancak tarafına geçmiş olan üçlüye katıldı. Kaptanın yanlarına geldiğini gören yarı perinin yüzüne yine büyük bir gülümseme yayıldı. Kaptanla yarı peri benzer geçmişlere sahip oldukları için oldukça iyi anlaşıyorlardı. Mavi saçlı adam başıyla hafifçe kaptanı selamladı. Kendisinden korkmasa da kaptan hala mavi saçlı adama karşı nasıl davranması gerektiğini kestiremiyordu. En doğrusunun aynı şeklide karşılık vermek olduğuna karar verdi ve gözlerine bakarak başıyla hafifçe selam verdi. Mavi saçlı adamın sert yüzünde durumdan hoşnut ve çok hafif bir gülümseme belirdi, fakat yüzünü adaya çevirirken hemen kayboldu. Kaptan rahatlamıştı.
Adanın çevresinde ilerledikçe tahmin ettiklerinden daha büyük olduğu anlaşılıyordu. O anki hızlarıyla tüm adanın çevresini dolaşmak tüm günlerini alacak gibiydi. Öğlen güneşi alçalmaya başladıktan sonra artık sabırsızlanmaya başlamışlardı. Adada göründüğü kadarıyla hiçbir canlıya ya da medeniyete dair iz yoktu. Druid bir an önce adaya çıkıp ağaçlarla konuşmak, diğerleri de güneş batmadan küçük bir keşif gezisine çıkmak istiyorlardı. Fakat kaptan ile büyücü temkinli olmaktan yanaydı.
Güneşin batışına yakın başladıkları noktaya varmak üzereyken mavi saçlı adam aniden sırtını dikleştirdi ve bir noktaya sabitledi insan dışı gözlerini. Bakışlarını takip eden diğerleri de kumsala yakın ağaçların arasındaki kırmızı cübbeli kadını görüyorlardı. Fakat bu mesafeden sarı saçları dışında bir detay seçemiyorlardı. “Ne görüyorsun?” diye sordu büyücü mavi saçlı adama. Onu hiç bu kadar tedirgin görmemişti. Beraber girdikleri savaşlardaki kendinden emin ve güçlü duruşuna alışıktı büyücü.
“Gözlerini gördün mü?” diye sordu büyücüye dönüp. Büyücü olumsuz anlamda başını sağa sola salladı. Bu mesafeden mavi saçlı adam dışında kimse bu detayı göremezdi de zaten. Tüm ekip gözlerini kıyıdan çekmiş ikisine bakıyorlardı. Tekrar kıyıya baktıklarında Kırmızı cübbeli kadın orada değildi artık. Mavi saçlı adam tekrar sert ve kendinden emin duruşunu toparlamıştı. “Gözü tamamen kırmızıydı.”
“Seninkilerin mavi olduğu gibi mi?” diye sordu druid.
“Hayır,” dedi mavi saçlı adam, “o benim gibi değil. Yaşadığım süre boyunca bu kadar güçlü bir varlıkla karşılaşmadım ben. Kim oldukları hakkında atalarımın efsanelerine göre sadece tahminde bulunabilirim, ama kesin olan bir şey varsa o da artık burada olduğumuzu bildikleri.”
Artık adada birilerinin – çok güçlü varlıklar her kim iseler – olduğunu biliyorlardı ve buna rağmen kimsede korku emaresi yoktu. Mavi saçlı adamın bir anlık tedirginliği bile unutulmuş, karaya çıkma hazırlıklarına girişilmişti. Mürettebat gemiyi uygun bir alana demirleyip kamp için gerekli malzemeleri kıyıya taşırken gece çöküyordu. Kaptan ve dört yoldaş ise çoktan kıyıya çıkmış, ne yapmaları gerektiğini tartışmaya başlamışlardı. Hava yeteri kadar sıcaktı ve bu yüzden bir kamp ateşi yakmalarına gerek yoktu. Sadece belirledikleri kamp alanının çevresine meşaleler yerleştirmişlerdi. Kimseden saklanmak gibi bir düşünceleri yoktu. Ne de olsa kırmızı cübbeli kadın onları görmüştü artık. Aynı zamanda batan güneşin ardından karanlıkta kalmamaları kendileri için de iyi olurdu. Ağaçların ardından gelebilecek herhangi bir tehlikeye karşı mürettebatın görüş açılarının yeteri kadar aydınlık olması gerekiyordu. Dörtlünün ise karanlığı yenmek için kendi yolları vardı zaten.
Gecenin karanlığını sahilde geçirip gün ışıdıktan sonra keşfe çıkmaya karar verdiler. Gece tutulacak olan nöbetleri beşe bölmüşlerdi ve beşerli gruplar halinde nöbet tutulacaktı. Her grupta da kaptan ve dörtlüden birisi uyanık kalmaya karar vermişlerdi. Kaptan ilk nöbeti dört adamıyla beraber tutacaktı. Son nöbeti ise druid seçmişti. Druid sabahın ilk ışıklarını ağaçlarla ve rüzgârla konuşarak karşılamayı planlıyordu. Mavi saçlı adam nöbeti druide devretmek için yanına yaklaştığında onun çoktan uyanmış ve hazırlanmakta olduğunu gördü. Başıyla hafif bir selam verdikten sonra uykusunu tamamlamak için yarı perinin yanına uzandı.
Druid beraber yaptıkları yolculuk boyunca tanıdığı her adama olduğu gibi, kendisiyle nöbeti paylaşacak olan dört adama da güveniyordu. Böylece üzerinde sadece kahverengi pantolonu kalacak şekilde kıyafetlerini çıkartıp düzgün bir şekilde üzerinde uyuduğu şiltenin üzerine yerleştirdi ve ağaçlara yakın fakat gözlerden uzak olmayan bir noktada kumların üzerine bağdaş kurup meditasyonuna başladı. Bunu daha önce de gören nöbet arkadaşları seslerinin ve hareketlerinin druidin konsantrasyonunu bozmayacak bir mesafede konuşlandılar ve böylece gecenin son nöbeti de başlamış oldu.
Druid meditasyonuna başlar başlamaz ağaçların şarkıları ruhuna doldu. Dillerini anlamayacağını sanıyordu fakat hemen çömüştü kelimeleri. Ne de olsa o doğaya ait bir insandı. Adadaki tüm varlıklarla bir bütün olmayı denedi, fakat ağaçların hissi o kadar yoğundu ki beyninde diğer canlılara ulaşamadı. Uzun bir süre şarkıları dinleyip hikâyelerini aklına kazıdıktan sonra, onlara sorular sormaya başladı. Aldığı cevaplar her zaman başka bir şarkı şeklinde oldu. Başlarda tüm seslerin içinde cevapları ayırt etmekte zorlansa da, en yakınındaki ağacın sesine odaklanması gerektiğinin farkındaydı ve kendi sınırlarını zorlayarak bunu da başardı.
Meditasyonunu o anlık bitirdiğinde nöbet süresini oldukça aştığını fark etti. Tüm ekip uyanmış ve kahvaltılarını etmişti. Tayfaların bir kısmı yemek sonrası sofraları toplarken bir kısmı da keşfe çıkacak on kişilik ekibin hazırlıklarıyla ilgileniyordu. Ayağa kalktı ve uyuşmuş bacaklarını ve omurgasını gererek masalardan birisine yürüdü. Kullandığı enerji acıktırmıştı onu. Kimseyle konuşmadan gidip kendisine yiyecek hafif bir şeyler aldı ve düşünceli bir ifadeyle kahvaltısını tamamladı. Meditasyondan sonra genellikle düşünceli bir hale büründüğünü bilen yoldaşları ona sorularını sormadan önce kahvaltısını bitirmesi gerektiğini biliyorlardı. Bu kafasını toparlaması ve insanların dünyasına dönmesi için ihtiyacı olan zamanı sağlıyordu druide.
Kahvaltısını tamamladıktan sonra kafasını kaldırıp kampın durumuna bakan druid tüm arkadaşlarının hazırlandığını gördü. Mavi saçlı adam, malzemesinden hala kimsenin emin olmadığı mavi zırhını giymişti. Bu zırhı taşıdığını kimse görmezdi, kimse onu giyinirken de görmezdi. Bir an ortadan kaybolur, bir an sonra da zırhıyla savaşa hazır halde ortaya çıkardı. Silahı da ortada yoktu. Savaş sırasında birden beliriverir ve savaş bitiminde yine silahsız olarak zaferlerini değerlendirir gözlerle alanı gözlerdi çatık kaşlarıyla. Yarı peri ise gümüş zırhını kuşanmış olmasına rağmen sanki üzerinde zırhının fazladan ağırlığı yokmuş gibi hevesle sağa sola koşturuyordu. Kılıcını belindeki kınına yerleştirip kurt simgeli kalkanını da sırtına astıktan sonra hazırdı artık. Büyücü ise aralarından en garip görüneniydi. Omuzlarında çapraz asılmış dört ayrı büyü çantası vardı. Üzerinde kolları kesilmiş bir gömlek ve yine dizlerinden aşağısı olmayan bir pantolon giyiyordu. Ayaklarında da yarı açık sandaletler vardı. Elindeki asası sadece yürüyüş değneği gibi görünse de, druid bu asanın güçlerine saygı duyuyordu. Üstelik bu, büyücünün elinde tehlikeli bir silahtı. Keşfe çıkacak tüm ekip içinde en savunmasız olanı büyücü gibi görünse de şimdiye kadar ona bir kılıcın yaklaşabildiğine şahit olmamıştı. Yine de…
Druid de kahverengi ve yeşil renklerden oluşan deri zırhını ve pelerinini giyindikten ve silahlarını yanına aldıktan sonra vakit kaybetmeden ağaçların arasına daldılar. Druid de bir doğa insanına göre fazla silah taşıyordu. Sırtında ustalık mertebesinde kullandığı bir yay, belinde ise bir uzun kılıç ve bir hançer vardı. Hançerin kabzasına değerli mücevherler işlenmişti ve dörtlünün hepsi bu hançerin sevgilisinden özel bir hediye olduğunu biliyorlardı. Yine de druid bu hançerin ne işe yaradığını kimseye anlatmamıştı.
Sonunda sessizliği bozan büyücü oldu. “Ormanla yaptığınız sohbette bize iletmek istediğin önemli bir detay var mı dostum?”.
Druidin yüz ifadesi sıkıntılı sayılmazdı ama kelimeler sert ve keskin bir dille çıktı ağzından: “Ağaçlar bana bu adanın sakinlerinin kurucular ve muhafızlar olduğunu söyledi. Tam olarak neyi koruduklarını bilmiyorum ve ağaçlar da benim bunu bilmememe şaşırdılar. Kırmızı cübbeli kadın ise muhafızlardan birisi: Seraphin”.
Bu isim geçtiğinde mavi saçlı adam ve druid dışındaki keşif partisindeki sekiz kişi aynı anda mırıldanmaya başladı. Eski efsanelerden bir isimdi bu. Tanrıların gardiyanı Seraphin…
Keşif grubu, birbirlerine hikâye anlatarak dikkatlerinin dağılmasına izin vermeyecek kadar deneyimli adamlardan oluşuyordu. İlk şaşkınlık anını atlattıktan sonra o ana kadar olduklarından daha dikkatli bir şekilde ağaçlık alanda daha derinlere ilerlediler. Druid önde, sadece kendisinin görebildiği bir patikadan gidiyormuş gibi kendinden emin adımlarla ilerliyordu. Güneş gökyüzünde tam tepeye geldiği zaman, yürüdükleri patika hissedilir derecede yükselmeye başlamıştı. Gemiyle adamın çevresinde dolanırken böyle bir yükselti ve tepe olduğu anlaşılmıyordu. Fakat sık ağaçlardan göremeseler de adanın bu parçasının küçük bir tepeden fazlası olduğu anlaşılıyordu.
Tepenin doruk noktasına vardıklarında tüm yorgunluklarını unutturan ve şaşkınlıktan gözlerinin büyümesine sebep olan bir manzarayla karşılaştılar. Karşılaştıkları şey insanüstü denilebilecek bir yapıydı. Aslında buna tam anlamıyla bir yapı da denilemezdi. Büyük bir yanardağ kraterine benziyordu. Yerin derinliklerine kadar inen fakat sonu görünmeyen büyük bir çukur gibiydi.
Bunun doğal bir yapılaşma olmadığının kanıtları da vardı. Çukurun çerçeve duvarları asırlardır en mükemmel taş işçileri olan cüce ırkını bile kıskandıracak kadar prüzsüz ve kusursuzdu. Tek bir insanın yürüyeceği genişlikte duvarın oyulmasıyla oluşturulmuş merdivenlerde, yirmi basamakta bir duvarın bir parçası olarak oyulmuş heykeller bulunuyordu. Yaklaşık üç metre olan heykellerin hepsi insanımsı olmasına rağmen bazıları sırtında topladığı kanatlarla, bazıları tüylü keçi toynakları ve boynuzlarla ve buna benzer detaylarla tasvir edilmişti. Heykellerin içinde bulundukları oyuklarının çerçevelerini karmaşık rünler süslüyordu. Bu rünler ayrıca merdivenin basamağı hizasında diğer çerçevelerle de birleşiyordu. Dikkatsiz veya bilgisiz birisi için bunlar sadece estetik motifler olabilirdi. Fakat yeryüzünde bilinen en güçlü büyü olan rün büyüsünü kullanan büyücü bile detaylı bir çalışma yapmadan bir tek rünü bile anlayamayacağını fark etmişti. Çukurun içine duvar boyunca dönerek inen merdiven, bir süre sonra çukurun dipsiz karanlığında gözden kayboluyordu.
Keşif grubunun en genç elemanı olan, henüz dünya üzerinde sadece on dokuz yıl geçirmiş olan denizci karanlığa fırlatıp derinliği anlamak için elinde bir taş aldı ama mavi saçlı adam daha kolunu hareket ettiremeden onu engelledi ve ekledi “Çocuk gibi davranma lütfen”. Kendisine bakan mavi gözlerden çekinen genç denizci istemsizce bir adım geriledi ve kekeleyerek özür diledi.
“Ne dersin Mavi? Yürüyerek hep beraber mi yoksa dördümüz hızlıca mı inelim?” diye sordu büyücü. Sesinde korkudan veya tedirginlikten eser yoktu.
Mavi saçlı adam gülümsedi bu sorunun ardından. “Seraphin bizi aşağıda bekliyor büyücü. Ben dördümüzün inmesinden taraftarım, böylece yarın sabaha kadar dönmezsek onlar da geri dönüp hayatlarına kaldıkları yerden devam edebilirler.” Bu cümlenin sonunda kaptanın itirazlarına rağmen dörtlü hazırlıklarına başladı.
Kaptan, dörtlü yola çıktıktan sonra hava kararana kadar, arkada bırakıldıkları için söylenmeye devam etse de kalan beş kişi durumdan o kadar da şikâyetçi değildi. Açık denizde korsanlarla savaşmak başka bir şeydi, tam olarak ne olduklarını bilmedikleri varlıklarla savaşmak başka bir şey. Aslında bir çatışma olup olmayacağı da kesin değildi fakat barışçıl bir görüşme ile eşit ihtimaldeydi.
Dört yoldaş, darlığından dolayı merdivenlerden tek sıra inmek zorunda kalmışlardı. Hepsi de çukurun dibine doğru olan yolculukları boyunca farklı detayları gözlemleyerek yavaş bir tempoda yürüyorlardı. Büyücü rünleri inceliyor, zaman zaman tanıdık gelen bir iki tanesi dışında büyük bir çoğunluğunu anlayamıyordu. Druid ise hayatı boyunca hiç karşılaşmadığı bu canlı türlerinin detaylarını gözden geçiriyor, doğal mı yoksa doğaüstü bir oluşum mu olduğunu anlamaya çalışıyordu. Yarı peri heykellerin silahlarını ve zırhlarını inceliyordu. Ne de olsa bir savaş leydisiydi. Mavi saçlı adam ise sadece heykellerin gözlerine bakıyordu. Tüm heykellerin göz bebeklerinde kırmızı ve kırmızının tonlarında kristaller vardı ve kristaller sanki içlerinde bir yaşam taşıyormuşçasına nabız gibi parlayıp sönüyordu.
Fakat sonunda bu yavaş tempoya dayanamayan mavi saçlı adam kendini karanlık boşluğa bıraktı ve orijinal formuna döndü. Çukurun, bedeninin sığacak kadar büyük olması büyük şanstı. Bu sahneyi her izleyişinde yarı peri tekrar hayran kalıyordu ona. Birkaç saniye içinde önce bedeni ve yüz hatları değişiyor, burun ve ağız kısmı uzayıp kafatasından boynuzlar ve dikenler çıkıyordu. Kaslı kolları ve bacakları vücuduyla aynı oranda uzuyor ve hepsini birden kaplayan pullar ortaya çıkıyordu. Bedeni dönüşümünü tamamladıktan sonra son olarak sırtından çıkan kanatları ile özgün – kesinlikle kendisini özgür hissettiği – bedenine kavuşmuş oluyordu. Türünün uzun zamandır yeryüzünde görülen çok az sayıdaki örneğinden birisi olan mavi ejderha dönüşümünü tamamladıktan sonra çukurun içinde vahşice kükredi. Sesini aşağıda bekleyen gardiyanın ve yukarıdaki arkadaşlarının duymasının yanı sıra, tüm ada canlılarının duyduğuna da emindi.
Dönüşümün ardından yarı peri mavinin üzerine atladı ve sırtına kolaylıkla yerleşti. Büyücü ve druid ise basit bir tüy büyüsü kullanarak diğer ikisinin ardından zemine doğru alçalmaya başladılar. Zemine vardıklarında Seraphin üzerinde geniş bir kapı olan geniş bir duvarın önünde duruyordu. O hala adada ilk gördükleri gibi insan formundaydı. Tek tek dördünün de gözlerine baktı ve sadece maviyi başıyla selamladı. Ardından elinde kırmızı kılıcı şekillenirken sorusunu sordu: “Kapının ardındakileri serbest bırakmaya gelmediğinizi umut ediyorum mavi savaşçı?”
Mavi, boynunu saygıyla eğerek cevap verdi: “Sadece bilgi almaya geldik yüce gardiyan ve sizin varlığınız bile sorularımızın çoğunu yanıtlamış oldu. Sadece neden bizi bu kadar uzun süre yalnız bıraktığınızı anlatmanızı istiyorum.”
Seraphin cevapladı: “Gözlerinize baktım ve bu cevaba layık olduğunuza karar verdim. Ne de olsa benim de sohbet edecek çok şansım olmuyor. Her şey İki Ada halkının ayaklarınızın altındaki toprakları birleştirmesiyle başladı…”
Devam etmeyecek…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder