31 May 2011

İkibinyirmiiki (İkinci Bölüm)

Yirmi iki mayıs sabahı, kız uyandı ve ayaklarına kelepçeler takılmış hissi yaratan korkularından arınarak Avrupa yakasına geçmeye karar verdi. Bu zor olacaktı. İki gün önce bu kararı almasına rağmen sığındığı yıkıntıdan çıkmamıştı. Erenköy’de müstakil bir betonarme binanın kalıntıları arasında, çevresinde yeni tanıştığı bir kazazede grubuyla beraber yaşıyordu bir haftadır. On dört yaşında, bacağı kırık bir çocukla ilgilenmişti ilk günlerde fakat çocuğun ablası ortaya çıkınca, gözleri dolduran kucaklaşma seansından sonra bakım işini ablaya devretmişti.
Uyandıktan ve erzakından küçük bir parça kek yedikten sonra grup arkadaşlarının itirazlarına rağmen yola çıktı. Sokağın karşı tarafındaki yıkıntıların arasında bulduğu küçük bir sırt çantasına yolda ihtiyacı olabilecek eşyaları koyarak yürümeye başladı. Birkaç parça yiyecek, dört küçük pet şişe su, yedek bir çift ayakkabı ve bir adet keten pantolon. Pantolonu ihtiyaçtan çok, kendisine ait olan tek eşya olmasından dolayı yanında taşıyordu.
Eskiden beri Minibüs Caddesi olarak bilinen ve minibüsler trafikten kaldırıldıktan sonra bile aynı isimle anılan yoldan yürümeye başladı. Binaların hemen hepsi tamamen yıkılmıştı, ayakta kalanların ise duvarları kısmi olarak çökmüş, bir zamanlar içinde yaşayan insanların anılarını gözler önüne seriyordu. Koltuk takımları, vitrinler, duvarlarda asılı Arapça yazılar… Kız bunlara bakmamaya çalışıyordu, çünkü her baktığı evle kendi anıları da sondaj yapılmış bir kuyudan petrol fışkırıyormuşçasına, beyninin derinliklerinden fışkırıyordu.
Yürüyeceği güzergahı kafasında belirlemişti. Bu şehirde geçirdiği dört yıla rağmen sokaklar ve yollar hakkında pek bir fikri yoktu. ‘Daha dikkatli olmalıydım’ diye geçirdi içinden ama buna hayıflanacak lüksü yoktu. Caddeden yürüyerek Yeni Sahra’ya dönecek ve oradan da köprü yoluna çıkması gerekecekti. Geçirdiği bu bir hafta içerisinde o taraftan gelen kimseyle karşılaşmamıştı ve Boğaziçi Köprüsü’nün hasar gördüğünü düşünüyordu. Fakat yine de şansını denemek zorundaydı.
Yolda yürürken bu bir hafta içinde hiçbir arama kurtarma ekibiyle karşılaşmamış olduklarının da daha yeni yeni idrakine varıyordu. Şimdiye kadar hükümetin tüm yardım birimlerini sevk etmiş olması gerekiyordu. Kara yolları kapalı olsa bile helikopterler olması gerektiğini düşünerek yol boyunca gökyüzünü de kontrol etti fakat bir helikopteri ne gördü ne de sesini işitti.

Devem edecek…

29 May 2011

Okçu

Anladım ki;bulutları vurmaya çalışan bir okçuyum ben!!!

28 May 2011

İkibinyirmiiki (Birinci Bölüm)

Uykuya dalmadan önce düşüncelere daldı. Tam bir hafta olmuştu. Bir haftadır, yağmalanmış marketlerden arta kalan saçma sapan hazır gıdalarla besleniyordu. Bir haftadır yıkanmamıştı. Bir haftadır uyuduğu yer, yıkılmış bir evin sağlam kalan üç duvarının arasında bir yer yatağıydı. Kendisine ait kalan son iki şeyden birisi kıyafetleriydi, diğeriyse aklı. Ve bir haftadır aklını kaçırmadıysa, bir daha asla aklını kaçırmayacağını düşünerek bölük pörçük uykularından birisine daha daldı.
Son yedi gündür olduğu gibi yirmi iki mayıs günü de güneş onu sabahın erken saatlerinde, gözkapaklarının ince zarını geçerek rahatsız etti ve uyanmasını sağladı. Gözlerini açınca “pazar olması lazım bugünün” diye geçirdi aklından. Sevdiği ve tanıdığı hiç kimseden haber alamamıştı yedi gündür. Tek çocuk olduğu için kardeşi yoktu ve annesiyle babasını dört yıl önceki bir trafik kazasından kaybetmişti. Ardından gelen depresyon sürecinde de evliliği bitmişti. Yeni sevgilisi ve iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar az arkadaşı kendine yetiyordu. Fakat hala hiçbirisinden haber alamamış olması yüzünden içi içini yiyordu.
İlk darbe on üç mayıs gecesi geç saatte gelmişti. Gece saat 01.00 civarı, yalnız başına müzik dinlediği bardan yürüyerek evine dönerken alkolden dolayı dünyasının sallandığını düşünmüştü ayakları yerden bir anlığına kesildiğinde. Fakat yer kabuğundan gelen şiddetli gürültü ile hayatında hiç olmadığı kadar ayıldı. Az miktardaki biyoloji bilgisiyle bunun adrenalinin eseri olduğunu düşünmüştü daha sonra o anı tekrar aklından geçirdiği zaman. Yer kabuğunun gürültüsü ile beraber sarsıntı ve çatırtılar da şiddetini artırdı. Tüm iletişim kanallarının kesilmesi yüzünden yedi gündür depremin şiddetiyle ilgili net bir duyum almamıştı. Fakat ortalıkta dolanan söylentilere göre dokuz civarıydı şiddeti.
Sarsıntı yaklaşık bir dakika civarı sürmüştü. Kendisi tam o sırada Harbiye otobüs durağının yanından geçiyordu ve sarsıntıyı hissetmesiyle beraber durağın metal dikmesine tutunup durarak yerkabuğunun dalgalanmasını izlemişti. Her bir dalgayla ayakları yerden kesiliyor, ayakları kaldırım taşlarına dokunduğunda iki saniye geçmeden gelen bir dalgayla tekrar havalanıyordu. İstanbul’un kötü yapılaşması ve Büyük İstanbul Depremi ile ilgili çocukluğundan beri dinlediği uyarılara rağmen hiçbir hükümetin bu konuya özen göstermemiş olmasının sonuçlarını birkaç saniye sonra göreceğini düşünmüştü. O panik anında nasıl olup da bunu düşündüğüne kendisi de şaşırmıştı ama bu şaşkınlık yıkıldığını gördüğü ilk binayla beraber yerini korkuya bırakmıştı. Biliyordu ki bu yıkımlar birkaç saniye içerisinde zincirleme reaksiyona dönüşecek ve tehlikeli bir hal alacaktı. Yaşadığı şehirle ilgili, her ne kadar acımasız da olsa, yıkılıp baştan inşa edilmesi gerektiğini düşünüyordu zaten. Ama gerçekten de bunu yaşayacağını hiç aklına getirmemişti.

Devam edecek…

27 May 2011

Evlen-i-Yorum


İtiraf etmeliyim 30 yaşındaysanız ve hala bekarsanız hayat gerçekten çok güzel.Ama etrafınızdaki tüm bekar arkadaşlarınız yavaş yavaş evleniyor,evli olanlarla görüşmeleriniz sıklaşıyorsa tek bir yöne doğru itiliyorsunuz demektir.

Bu sürecin en sancılı kısmı maalesef yine arkadaşlarınızla yaşanan bölümlerdir.Önce bir sevgilinizin olup olmadığıyla ilgili meraklı sorulara muhatap olursunuz,sevgiliniz varsa %50 oranında paçanızı kurtardınız demektir.Çünkü potansiyel bir evlilik adayısınız.Şu an evli olup olmamanız bir önem taşımaz nede olsa umut vaadeden bir ilişki durumu içerisindesiniz.Ama cevabınız negatifse acı bakışları üzerinizde hissedebilirsiniz.İşte o an,sınavınız başlar.Önce neden bir sevgiliniz olmadığına dair çok seçenekli cevapları olan soruları yanıtlamak zorunda hissettirirler sizi.Aslında soruyu sorarken seçenek üretir ve bunlardan birini tercihe zorlarlar.Nedense hep hazin öyküler yazılır.Çok mu seviyordun,neden terketti seni,keşke bırakmasaydın diye yorumlar üretirler, ahlar ve vahlar havalarda uçuşur.Birinci aşama bittikten sonra bir inattır sürer gider;eşleriyle nasıl tanıştıklarına, evliliğe giden yolda nasıl mutlu olduklarına dair sizi evlilik bombardımanına tutarlar.Muhabbetten sıkıldığınızı belli edemezsiniz,nezaketen.İkinci aşama tamamlandıktan sonra evli olmanın faydalarına ilişkin nutuklar,ortak paylaşımlar,sevecenlik içeren öyküler dinlersiniz nedense herkes pek bir mutludur evlilik müessesesi içerisinde.Evlilik meğerse dünyayı kurtaran tek olguymuşta bizim haberimiz yokmuş gibi.Teşvik,teşvik,teşvik edilirsiniz.Üçüncü aşama tamamlanmıştır artık.Ardından fiziksel özelliklerinize gelir olay-canım,aslında sen çok güzel bir kızsın nasıl birisini sevemiyorsun anlamıyorum cümlesiyle güzel olmakla aşık olmanız gerekliliği arasında bir bağlantı kurmaya çalışır,elbette bu mantıksızlığa kayıtsız kalırsınız.Dördüncü aşamayı da atlattıktan sonra final kısmında coşku başlar.Sizi mutlaka en yakınlarındaki,en sevdikleri birisine yakıştırır saatlerce ondan bahseder,eğer tanışırsak ne kadar memnun kalacağımızdan sözeder,birbirimiz için yaratıldığımıza karar verir kısacası çöpümüzü çatmak için türlü yollar denerler.İlgilenmediğinizi farkettikleri zamanda sinirlenirler.Burada şaşırtıcı nokta şudur ki; sizin bekarlığınız tüm evlilere batar.Evlenirseniz eğer nasıl bir rahatlama olacaksa bünyelerinde,o duyguya sahip olabilmek amacıyla devamlı iğneler,laf çarpar,durduk yerde konuyu o noktaya getirir,hatta dönüp dönüp konuyu o noktaya getirir hadi bak evde kalıyorsun psikolojik baskısıyla mücadele ederler.Zayıf karakterlerde yanlış tercihleri tetikleyen en önemli sebeplerden biridir bu şahıslar.Karşı tarafı sevip sevmediğinizi,bir ömrü nasıl geçirmek isteyip istemediğinizi önemsemezler. Onların tek umursadığı şey vardır;imzayı atmanız,kervana katılmanız.
Bu noktada sorarım size değerli dostlarım,siz hiç evli birisini boşatmaya çalışan bir bekar gördünüz mü ya da bunun için delirgen bir baskı yapıldığını?Dünyanın adaleti varsa eğer herşey karşılıklı olmalı diye düşünüyorum ben.Şu konuya da açıklık getirmek isterim ki;evliliğe karşı bir insan değilim, baskıcı evlilere karşıyım!

Bekarlığımdan yakınan herkese notumdur:

Cedric'i seviyorum ben,eğer bir gün 8 yaşıma dönersem onunla evleneceğim :)
İtiraf etmeliyim 30 yaşındaysanız ve hala bekarsanız hayat gerçekten çok güzel...

25 May 2011

Demoralizasyon


İnsanlarla dialog halinde olmadığımız bir gün var mıdır acaba?Issız bir adada Wilson'la arkadaşlık eden Chuck Noland karakteri olmadıktan sonra bu bahsettiğim durum biraz zor.

Dialoglarımız tanıdığımız karakterlerle olabildiği gibi tanımadığımız karakterlerle de yollarımızı kesiştiriyor.Sonuçta sosyal çevremizi,arkadaşlarımızı,ailemizi kendimiz kurabiliyor etrafımızda olmasını istediğimiz insan profilini özgürce seçebiliyoruz.Bu karakterler bizimle aynı yönde olmasalar bile,sevgi ya da saygı duyulan insanlar olmaları sebebiyle hayatımızda bütünleyici oluyorlar.

İşte olay ilk defa tanıdığımız ya da hiç tanımadığımız ,tanımayacağımız en fazla 3-5 dakikalık ömrü olan, kısa konuşmalarda ya da konuşmamalarda yaşayıp sonra yok olacak insanların hayatımızdaki yeri ile ilgili.Bu durumun gün içerisindeki ruh halimiz üzerinde etkileri olduğunu farkettim.Örneğin nostalji tramvayına binip,müzede ineceksiniz.Zamanınız oldukça bol,tüm gününüzü eserlere ayırmak orada vakit geçirmek,zamanı tüketirken de kendinizi geliştirmek istiyorsunuz. Bilet gişesine yaklaştınız muhtemelen sabahtan beri küçücük bir kabinin içerisinde oturup,bin çeşit insana bir çeşit lafı bin kere anlatmak zorunda kalmış olan gişe memuruna doğru eğildiniz.Bilet istediniz.Yüzünüze manasız manasız bakıp,dünyanın en büyük suçunu işlemişsiniz muamelesini gördükten sonra hızlı hızlı ve hışım içeren hareketlerle,sanki memurun tarlasındaki tavuklarına -kış demişsiniz gibi nefret edildikten sonra tek kelime bile ilave etmeden biletinizi alırsınız.Şu an birinci demoralizeniz gerçekleşti.Durağa geldiniz,daima kavga etmeye müsait toplumumuzun iki nadide ferdi daha adımınızı atar atmaz kişisel problemlerini neredeyse tüm durak ahalisinin duyacağı kadar yüksek sesle(nedense hepimiz pek bir sağırız)tartışmaktadırlar.Durağın etrafında 360 derece turda atsanız bu sesten kurtulamazsınız.Çevrenizdeki insanların yüzüne baktığınızda herkesin bu tantanadan yana mutsuz olduğunu farkedersiniz.Sonunda tramvay gelir.Biletin başındaki memurumuzda da insanlık belirtisi yoktur.Sanki bu işler için özel üretilmiş prototipler gibilerdir.Etrafınıza bakıp herşeyi unutmak istersiniz,turistler gözünüze çarpar.Değişik milletlerin insanları farklı dillerde olan Türkiye kitaplarını karıştırmakta,bu nadide ülkeyle ilgili fikirlerini paylaşmakta gördükleri güzelliklerden bahsetmektedir ve o kadar hoşunuza gider ki bu durum dalıp gidersiniz,sonra bir gülümseme bir selamlaşma olur aranızda,hiç gitmediğiniz ülkelerin tanımadığınız insanlarıyla...Başından beri yaşadığınız tüm olumsuz tavırları bir an olsun unutturur size.Müzeye geldiniz,danışma vardır ama bir tek insan yoktur ortalıkta.Turistlerde giriş yapmak için sabırsızlansalarda muhattap bulmakta zorlanırlar.Sonra sallana sallana bir bayan gelir,bu kültür binasıyla derin derecelerde örtüşen edasıyla siz daha ağzınızı açmadan seyyar satıcı gibi giriş fiyatlarını söyler.Artık kaçıncı kez demoralize olduğunuzu unutmuşsunuzdur bir an evvel içeri girmek ve insan ilişkisi kurmadan zaman geçirmek istersiniz.

Her heykelin her eserin ayrı bir detayı vardır,size sessiz bir dille geçmişi, tarihi, insanlığı o günlerden bugünlere gelen insanın yapısını anlatırlar.O ilkel varlığın kendini ne kadar geliştirdiğini(!) öğretirler. İçeride saatler geçirirsiniz.Kendinizi mutlu hissedersiniz.Dış dünyadan izole dakikalarınız bitmiştir artık.Gerçek hayat dışarıda sizi tüm heyecanıyla beklemektedir.Müzeden çıkış,tramvaya biniş vs...bu kısımları anlatmıştım zaten,tarih tekerrürden ibarettir!

Tek Bir An

Hafif bir meltem ve ağır bir sohbet eşliğinde iki arkadaş saatlerce çene yaptılar.Hayattan,işten,sevgililerden,umutlardan,çiçeklerden,gezilerden ve daha pek çok şeyden konuştular.Sıcaklar tam bastırmadan ara mevsimin tadını çıkarttılar,mariachilerini yudumladılar.Kelimeleri tükettiler,eğlendiler.

Bir soru onları düşünmeye teşvik etti.Sonra sustular,uzun süre denize baktılar.Hayatta bir şansın olsaydı,hangi an'ı ya da olayı değiştirirdin?

Değişik türde olaylardan bahsettiler;Hayatta en çok üzüldükleri kırıldıkları anlardan,kişisel başarısızlıklardan,yanlış seçimlerden,bakıpta göremediklerinden,kaçırılan fırsatlardan,okul zamanlarındaki tembelliklerden tutun da hala yemek yapamama beceriksizliğine varana dek a'dan z'ye bir dünya sebep sıraladılar.Sonra güldüler bu hallerine.E soru bir taneydi,ama cevap amip gibi üredi,kar tanesi gibi yuvarlandı çığ oldu.Ne çok şikayet ettiklerini farkettiler.Sonra değiştirmek istedikleri anların,başka insanların hayatlarını da değiştirdiğini farkettiler.Dolayısıyla tek başına ,özgürce bir an'ı ya da bir olayı değiştirmenin görüldüğünden de zor,meşakkatli bir yol olduğuna karar verdiler.Eğlenceymiş gibi gelen ama ağırlığıyla ezen.Yapılan tüm hatalar,yanlış seçimler,başarısızlıklar,tatminsizlikler, hayatlarına üşüşen bir dolu olumsuzluk kendilerini şu anki insan yapan temel nedenlerdi aslında .İsimlerinin altında bir mazi ve o mazide kabarık bir liste vardı.Ama artı ama eksi,hepsine sebep tek bir şeydi,cümlenin öznesi olmak!Sorunun geldiği ilk andan bu yana sıraladıkları herşeye bir çizik attılar.Hiç bir şeyi değiştirmeyeceklerini bilerek,hayatlarını olduğu gibi tek bir hatırayı bile silmeden kabullendiler.Sonra kelimeler hafif bir meltem gibi esti :

''İki mariachi daha lütfen''

24 May 2011

Kayıp Irk Mangalezler (Son Bölüm)

Mangalezler’in başına ne geldiğini ise tam olarak kimse bilemese de, Kuzey Adana civarında bulunan bir takım yazıtlardan halkın nihai yerleşim yerinin buradan başlayıp güneye kadar uzanan ova olduğu bilinmektedir. Günümüzde kayıp olan yazıtın dilden dile aktarılan şekli ise şöyledir:
“O gün tanrının oğlu yeryüzüne indi. Kebabın oğlu… Efsanelerdeki gibi bizi kurtarmaya gelmişti. Bizim gibi bir insan suretindeydi fakat yaydığı enerjiden ve tüm formunu saran dolunay parlaklığındaki haleden kim olduğunu anlamıştık. Adanus isimli yüce efendi, başımıza gelecek felaketten bizi kurtarmak için geldiğini, yıllarca babası Kebap’a verdiğimiz özenli hizmet sayesinde ödüllendirildiğimizi açıkladı kısaca. Biz özgür bir halktık ve bu yüzden bize seçme şansı verilecekti. Önce hepimiz kutsal diyarlara götürülecektik ve orada her şeyin doğduğu yerde sonsuzluk mangalı önünde kutsanacaktık. Ve bir göz kırpma süresinde tüm halkımız efsanelerdeki kutsal dağın en tepesinde bulduk kendimizi. Burayı hiç görmüş olmamamıza rağmen nerede olduğumuzu hepimiz biliyorduk. Önümüzde hiç sönmeyen korlarıyla sonsuzluk mangalı yer alıyordu. Hayatımızda hiç görmediğimiz bir parlaklıkla tam önümüzde duran, halkımıza adını ve özgürlüğünü veren gümüş mangaldan gözlerimizi alamıyorduk. Hayallerin çok ötesinde bir deneyimdi bu. Her şeye rağmen dünyaya dönmek isteyecek olanların nasıl olup da bu güzelliği terk edebileceğini düşündüm hayranlığım yatışmaya başlarken.
Derken Adanus diz çöktü ve gökyüzünden gelen, gözleri kamaştırmayan yumuşak bir ışık belirdi. Her ne kadar gözleri rahatsız etmese de yakmasa da o ışığa bakabilen bir tek kişi bile olduğunu tahmin etmiyorum. Saygıdan ve mutluluktan biz de dizlerimizin üzerine çöktük. Arada kadınların ve bazı erkeklerin dahi ağlarken çıkardıkları hıçkırık sesini duyabiliyordum. Ve Kebap o sessizliğin içinde hiç ses çıkarmadan zihinlerimize dokundu. Bizlere burada yazmaya izinli olmadığım sırları verdi. İnsanları yıllarca mutlu etmemiz ve dünyanın daha güzel bir yer olmasını sağladığımız için bizi kutsal diyarlara çekmişti. Sonra her birimize iki diyarı da gördükten sonra seçme şansı verildi. Yaşlı ve bilge olanlar sonsuzluk mangalının kudretini gördükten sonra bir daha yaşadıkları eski dünyaya dönmeme kararı aldılar. Zaten artık o dünyaya kendilerinden verecekleri hiçbir şey kalmamıştı. Gençlerin ise bir kısmı, dünyanın acılarına ve savaşlarına katlanmaktansa burada kalmaya karar verirken diğer kısmı hala dünyayı güzelleştirebilecekleri ve yeryüzündeki tek güzellik yemekleri bile kalsa sonuna kadar dayanacakları inancıyla, evlerine dönmeye karar verdiler. Ve ben de bu ilerlemiş yaşıma rağmen bu son grupla beraber yeryüzüne döndüm.
Vedalaşmalar ve gözlerden süzülen hüzünlü olduğu kadar gururlu da olan gözyaşlarının ardından kendimizi bu ovada bulduk. Adanus da bizimle beraber gelmişti. Neden evlerimiz yerine buraya gönderildiğimizi sorduğumuzda, bize dönemin büyük yöneticisi İskender’i ve bizimle ilgili planlarını anlattı ve kendi güvenliğimiz için bu topraklarda yaşamamız gerektiğini söyledi. Korku bizim kanımızda asla barınamazdı ve bizi bulması ihtimaline karşı hazırlıklar yapmamız gerektiği kararını almıştık. Fakat Adanus bizi durdurdu. İskender’i sahte kokularla bizden uzak tutacağının teminatını verdi ve bir kez daha kutsanmışlar olduğumuzu bize hatırlattı. Kebap’ın oğlunun sözlerinden şüphe duyacak değildik ve ben hayatımın kalanını bu şekilde hayatımızı belgelemekle geçirirken, halkımızın gençleri uzmanlık alanlarını taviz vermeden geliştirmek ve insanlığa mutluluk dağıtmak için yılmadan çalışmaya devam ettiler.”
Üzerinde herhangi bir tarih bulunmayan belge Manganezler’den kalan son bilgi parçasıydı ve 1368 yılında gizemli bir şekilde ortadan kayboldu. Geriye sadece söylentiler kaldı.
Mangalezler’i ise bir daha asla gören olmadı. Şu ya da bu şekilde onlarla karşılaştıklarını, yemeklerinin tadına bakıp manevi dünyalarının değiştiğini söyleyen insanlar olsa da gerçekten kimin doğru kimin yalan söylediğini anlamak çok güç. Birçok araştırmacı gidip tüm bölgeyi ve ovaları gezmiş fakat bu halka rastlayamamıştır. Ama şurası kesin ki Anadolu’nun güney kesimlerinde burna girdiği zaman aklınızı karıştıran ve sizi yaşayan bir ölü gibi kendisine çeken bir koku mevcuttur.
İskender’e gelince, kendisi kuzeybatı Anadolu’da gittikçe küçülen ülkesinde hırs ve hüsran içinde yaşamını yitirmiştir. Yine de adı verilen yemek uzun yıllar boyunca varlığını ve efendisinin ismini sürdürmüştür. Fakat konuya vakıf tüm tarihçi ve araştırmacılar tarafından bilinmektedir ki İskender asla Mangalezler’in kutsal yemeğine yaklaşacak bir lezzet olamamış ve olamayacaktır.
KAYIP HALKLARIN TARİHİ DERGİSİ - SAYI 01

23 May 2011

Kayıp Irk Mangalezler (İkinci Bölüm)

Uzun bir süre boyunca İskender hayal ettiği şekilde yaşamış olmasına rağmen Mangalezler’in giderek artan zenginliği karşısında gerilmeye başladı. Hırslı bir savaşçı olan İskender Mangalezler’e casuslar yollamayı her ne kadar küçük düşürücü bulsa da, bu yemeğin sırrını ele geçirmek için bunu yapması gerektiğine karar verdi. Geri dönen muhbir, yemeğin sırrını alamamıştı ama Mangalzeler’le ilgili derin bilgiler sunmuştu liderine:
“Yüce İskender, raporumu vermek için ülkeye yeni döndüm ve zaman kaybetmeden huzurunuza geldim. Öncelikle belirtmeliyim ki, halk kendilerinden olmayan herhangi bir insana sırrı anlatmıyor. Fakat geçmişleriyle ilgili önemli bilgilerle döndüm. Bu halk kendilerine bu yemeği bahşeden Kebap adında bir tanrıya tapınıyorlar ve efsanelere göre ne zaman kötücül bir güç bu tarifi çalmak isterse halk bir mucize yaşıyor ve izleri tekrar bulunana kadar ortadan kayboluyorlar. Dünyanın farklı yerlerinde onlarca benzer hikâye olduğunu kütüphanelerden araştırıp teyit ettim. Ayrıca bu belgelerden bir tanesinde ‘sonsuzluk mangalı’ adında kutsal bir emanetten de bahsediliyor fakat bu nesneden bahseden parşömenlerin kalan kısmı kayıp. Yani ne işe yaradığını öğrenemedim. Saygılarımla…”
Fakat daha önce de belirtildiği gibi İskender savaşçıydı ve bu ruhani saçmalıklarla geçirecek vakti olmadığına karar verdi. Güzellikle elde edemediği bir şeyi güçle elde edebilirdi. Ne de olsa hayatının her döneminde bu böyle olmamış mıydı? Topraklarını, mevkisini, servetini hep aynı yolla kazanmıştı. “Bir kazanç daha” diye düşündü generallerine sefer emrini verirken. Böylesine küçük bir halkın çektiği acı dünyadaki hiçbir şeyi değiştirmeyecekti ne de olsa. Ve hatta komşu topraklar dışında kimsenin haberi bile olmayacaktı. Hızlı ve sessiz bir seferle Mangalezler’in kapısına dayanan İskender karşılaştığı sahne karşısında şaşkınlığa uğradı. Koca ülke olması gereken yerde değildi. Yoğun ve iştah açan bir şekilde burunlarına gelen et kokusu dışında karşılarında terk edilmiş topraklar buldular.
İskender uzun seneler bu halkı arayıp dursa da asla izlerine rastlayamadı. Bazen burnuna onlara çok yaklaştığını anlatan kokular gelse de hiçbir zaman izlerinden başka bir bulguya rastlayamadı. Orada aldığı kokuyu asla unutmamasının yanı sıra, Mangalezler’İn ülkesine sesizce girip o tada varamamanın acısı bir süre sonra ruhuna çöken İskender, hiç asker kaybetmemesine rağmen ülkesine yenik ve bitik bir kumandan olarak döndü. Her ne kadar ülkesi gelişmiş, zenginleşmiş ve liderlerinin adını taşıyan yemekleri nam salmış olsa da asla Mangalezler kadar kabul göremeyeceğini biliyordu. Yine de İskender gizlice dünyanın dört bir yanına gözcülerini yollamış, kendisi için casusluk yapmalarını istemişti. Umutsuz gibi görünse de onlardan bir iz bulmayı umut ediyordu.

Devam edecek...

21 May 2011

Kayıp Irk Mangalezler (Birinci Bölüm)

Tarihle ilgilenen ve öğrenmeye açık her insan, bazı uygarlıkların tarihin tozlu yapraklarından - çok da mistik olmayan bir şekilde – ortadan kaybolduklarını bilirler. Bunun güzel bir örneği Mersin’in Tarsus ilçesindeki tren garının yanındaki parkta insanların gözüne sokulmaktadır. Parkta tüm Türk İmparatorluklarına ait bayraklar bulunmaktadır. Ve bu bayraklara ek olarak bir adet de siyah bayrak bulunmaktadır. Bu siyah bayrak tüm kayıtlardan silinmiş bir medeniyeti simgelemektedir. Bu halkla ilgili, söylentiler dışında pek de bir şey bilinemediği için uzun uzadıya açıklama yapmaktan kaçınıyorum.
Şimdi anlatacağım kayıp medeniyet de yine sembolik olarak bir siyah bayrağa sahip olması gereken Mangalezler. Tam olarak nereden geldikleri bilinememekle beraber, İskender’in birazdan anlatacağım sebeplerden dolayı Mangalezler’i Anadolu’nun güneyine kadar sürüp, ilginç bir şekilde izlerini kaybettiği bilinmektedir. Yıllarını bu halkı arayarak geçiren İskender başarılı olamayacağını anladığı zaman ise, güney topraklarından ayrılıp bir daha da dönmemiştir.
Bilinen klasik tarihlerinden bahsedecek olursak, dönemin savaşçı ve yayılmacı topluluklarının aksine, avcı fakat keyiflerine düşkün bir yapıya sahip oldukları bilinmekte. Askeri birlikleri sadece dış etkenlerden kendilerini korumak için yetiştirdikleri güvenlik birimlerinden ibaretti. Komşu oldukları tüm halklarla iyi ilişkiler içerisinde olmalarından dolayı da zaten herhangi bir militarist yapıya ihtiyaçları yoktu. Bu iyi ilişkilerin temeli ise tarihte hiç görülmemiş bir yemek anlayışları olmasıydı. Tüm komşu halklar, yaz kış fark etmeden Mangalezler’in topraklarına yemek yemeye geliyor ve karşılık olarak büyük ve değerli hediyeler getiriyorlardı. Mangalezler’deki yönetim şekli bir beylik, krallık veya imparatorluk olmadığı için bu gelen hediyeler halka eşit olarak dağıtılıyor, herkesin mutlu ve refah içinde yaşaması sağlanıyordu. Yapılan bu yemeğin adına belgelerde ulaşılamaması oldukça üzücü sevgili okurlar.
Toplumsal yapılarının yanı sıra, dini inançlarında da yaşadıkları döneme göre oldukça radikal bir yol izlediklerini söylemekte fayda var. İlk bakıldığında Türklerin geleneksel tek tanrılı dinlerine bağlı oldukları zannediliyordu, fakat tapındıkları Göktanrı değildi. Kutsal sayılan tanrılarının ismini diğer halklara söylemekten çekiniyor ve bunu mümkün olduğu kadar gizli tutuyorlardı. Fakat bilinen bir şey vardı ki yaptıkları bu geleneksel yemeği tanrılarının kutsal öğretilerinden elde etmişlerdi.
Tabi ki tarihin her döneminde olduğu gibi, bu halkın mutluluğu da baki kalmamıştır. Mangalez’lerin refahının doruk noktasında olduğu dönemde İskender isimli maddiyata düşkün kumandan kendisine de benzer bir ülke kurup, yemekten para kazanma niyetindedir. Ne herhangi bir tanrıya ne de herhangi bir insana inancı olmayan, sadece kendisini düşünen bu despot lider, ülkesindeki en iyi aşçıları çağırıp daha önce hiç yapılmamış bir et yemeği yapmalarını emreder. Uzun çalışmalar sonunda gerçekten de güzel bir et yemeği hazırlayıp liderlerine sunan aşçılar, aldıkları tepkiden memnun bir şekilde yemeğe de liderlerini ismini vermişler.

Devam edecek...

20 May 2011

Erkeklerin Şikayetleri

Ne çok şikayetiniz varmış yahu :))


* Pembe dizilerdeki sahte aşk nağmelerini bizden duymaya çabalamayın çünkü onlar gerçekten rol yapıyor ve kabak bizim başımıza patlıyor.

* Bir SMS gönderdiğiniz zaman ilk 10 saniyede cevap gelmeyince ikinci SMS'te 'Orda mısın???' diye sormayın. Kesinlikle oradayızdır..!

* Mağazada gelinliklere bakıp 'Aaaa ne güzeeel' dediğinizde onun bizim için bir anlamı yoktur. Bizi duygusuzlukla suçlamayın. Gelinlik sadece kızların hayalidir erkeklerin değil!!!

* Saçlarınızı boyattığınızda bunu fark edemezsek anlayın ki yakışmamıştır ve bu bizim suçumuz değildir.

* Çoğu erkek ısrardan ve bir şeyi ikinci kez duymaktan nefret eder; mutlaka ilk söylediğinizi anlamışızdır ama işimize gelmiyordur, lütfen bize geri zekalı muamelesi yapmayın.

* Alışveriş yapmak hiç zevkli değildir ve asla zevkli olmayacaktır.
* 'Beni seviyor musun?' diye sormayın. Emin olun ki sevmiyor olsak yanınızda bir saniye bile durmayız… * Bizden sizinle aynı üzüntüyü yaşamamızı ve size tuvalete kadar eşlik etmemizi beklemeyin, o sizin kız arkadaşlarınızın görevidir.

* Bir yere gittiğimizde, hangi kıyafeti giyerseniz giyin, size çok yakışıyor, yemin ederiz. O yüzden bir daha sormayın.

* Biz erkekler gerçekten basitizdir. Mesela sizden ekmeği getirmenizi istiyorsak, aslında sadece acıkmışızdır ve sadece ekmeği getirmenizi istiyoruzdur. Bundan 'ekmek niçin masada değil' diye bir iğneleme yaptığımız sonucunu çıkarmayın zira tüm erkekler edebiyatçı değildir…

* Eğer farkında olmadan 2 değişik şekilde anlayabileceğiniz bir şey söylemişsek ve bunlardan biri kötü ve sizi üzecekse, kesinlikle diğer anlamında söylemişizdir, boşuna bizi sıkıntıya sokmayın…

* Biz farklı anlamlar taşıyan dolaylı, mecazlı soruları anlamayız. Ne istiyorsanız doğrudan söyleyin ve bizi yormayın…

* Eğer şişmanladığınızı düşünüyorsanız ki büyük ihtimalle şişmanlamışsınızdır. Bize sormayın, cevap vermeyi reddediyoruzdur.

* En karmaşık durumda bile bizim için temel kural şudur: 'En kolayını seç'. Bizden komplike şeyler beklemeyin.

* Erkekler genelde sadece ana renkleri görürler. Mesela, şampanya bir renk değil, bir içkidir bizim için.

Sarımsı Yeşil, Açık Yeşil Likör yeşili, Çimen Yeşili, Kireç Yeşili, Yay Yeşili, Orta Deniz Yeşili

Yukarıda saydıklarınız vallahi hepsi yeşil işte..! Lütfen bizi zorlamayın..?

* Erkeklerin çoğunun en fazla 3 çift ayakkabısı vardır. O yüzden 30 çift ayakkabınızdan hangisinin kıyafetinize uyacağını bilmiyoruzdur lütfen sormayınız ayrıca uyum diye bir şey yoktur ve sırf uyum için giyeceğiniz şeyleri 1 hafta önceden tasarlamanız tamamen sizin takıntınızdır. Mavi kotun üstüne her renk ve desen blüz giyilebilir.

* Kırmızı tokanız var ve sırf bu tokaya uyum sağlaması için lütfen kırmızı takım elbise almaya bize mağazaları dolaştırmayınız..!

* Cuma + Cumartesi + Pazar = Bol yemek ve mutfak gerçekliğinin icrasıdır…

* Bizi anlamaya çalışın; ancak bizi anlama işini lütfen fazla abartmayın çünkü çok kolay anlaşılır erkekler.

* Evi temizleyip yorulduktan sonra, yüzünüze bakılmayacak haldeyseniz, yaptığınız temizliğin bizim için bir anlamı yoktur, takdir beklemeyin. Temiz bir evden ziyade bakımlı görünen bir kadınla bir evi paylaşmak daha anlamlıdır…

* Ev işlerinden sonra yattığınız yerde sızıp kalıyor ve her türlü kur çabasına yorgunum diyorsanız bu bizi bozar… Bir erkeğe temiz evden önce temiz bir eş ve hatta sadece bir eş lazımdır. Temizlik bir temizlikçi tarafından da yapılabilir ama bazı şeyler temizlikçi ile yapılmaz… Yapılmamalı da. Bizi zorlamayın..!


* Size 'neyiniz var' diye sorduğumuzda, 'hiç bir şeyim yok!!!' derseniz size inanırız, bizim için olay bitmiştir. O yüzden bir şeyiniz varsa doğrudan söyleyin sonra bizi anlayışsız durumuna düşürmeyin… 

...

Vazgeçmek;kırılgan bir yenilgidir aslında...

Dostuz

Kadınlar ve erkekler.Yaratılışları itibariyle birbirlerine ne kadar tezat özelliklere sahiptirler.Bakış açısı,anlayış,algılayış,yaşayış gibi pekçok manada farklılaşır,birbirlerinden ayrışırlar.

Kadın erkek ilişkisi denildiğinde ilk aklınıza gelen nedir?Biliyorum bir çırpıda yanıtladınız''AŞK''.Ama bu yazının ilgi alanı ve konusu maalesef aşk değil.Kadın ve erkeğin, aşkta yani uzun soluk isteyen bu ruhani duyguda ne denli başarılı oldukları tartışılır.Kimileri sonsuz aşkın varolduğuna inanır, kimileri hiç varolduğuna inanmaz,kimileri için de zaman dilimlerindedir aşk;3 sene en fazla 5 sene gibi.Ama kadın ve erkeğin aşktan daha başarılı oldukları bir duygudan bahsedilebilir ''DOSTLUK''.Hemcinslerle yaşanılan dostlukların kalıcı olduğunu biliyoruz,rahat rahat iç dünyanızı paylaşabilir kadınsal ya da erkeksel her duygunuzla ilgili kendinizi güvenerek deşifre edebilirsiniz.Sizinle aynı ya da benzer şeyleri yaşamıştır dostunuz ya da yaşamaktadır.Sizi dinler paylaşır,yorumlar yardımcı olur vs..vs..Ancak gerçek dostlukları inceden inceye kemiren bir duygu vardır''ben yani ego''.Benim en yakın dostum bunu asla yapmaz desenizde en yakın dostunuz sizinle bir kıyas halindedir.Bu karaktere göre ortaya çıkabilir ya da profesyonel bir oyuncuysa asla bu durumu hissetmezsiniz.Sizi sevmediği anlamına gelmez bu durum ama her insan kendisi için bencildir,kendini daha çok sever.Bunu kadın dostlukları ve erkek dostlukları için bir parantezle ayırıyorum.

Peki kadın ve erkek dostluğu nasıldır?Benim şahsi görüşüm hemcins dostluklarına kıyaslandığında daha samimidir.Kadın ve erkeğin birbirinden farklı dünyaları en önemli sırlarını ya da düşüncelerini paylaştıkça farklı pencerelerde kendileriyle ilgili keşifler için yeni seçenekler sunar.Kadın erkeğin gözüyle ve tamamen duygusallık dışı bir güven duygusuyla erkeğin penceresinden dünyaya bakar,erkekte kadının dünyasından.Burası aşkın sıkışık dünyasından çok daha rahat bir mecradır.Kıyas yoktur,herkes düzeninde ve olduğu gibi kabullenilmiştir.Bu tarz dostlukların aşktan bile uzun soluklu olduğuna inanmaktayım.Çoğu erkeğin ve kadının, hayatı paylaştığı insandan ari sırlarını dostlarıyla paylaştıklarını görürüz.Bu bağlamda farklı cinslerdeki dostluklarda yargılama yoktur.Sizden aşırı beklentiler yoktur,objektiflik konusunda daha başarılıdır.Siz A dediğinizde Z'ye çekilen bir taraf yoktur.A konuşulur,tartışılır ve neticelenir.Değer yargılarının farklılıklarından doğru yola giden ilginç detaylar yakalanır bu anlamda da yaratıcıdır diyebiliriz.Sadece hayatı paylaşmak dürtüsüyle oldukça eğlenceli zamanlar da geçirilebilir.Hemcinslerinizle hep aynı şeyleri yaparsınız çok fazla esneklik yoktur,değişiklik yoktur gibi gibi çoğaltılabilir örnekler ....

Azınlıkta olsa böyle gerçek sevgiler ve dostluklar var bu dünyada.Sizde gerçekten ona sahipseniz sahip çıkınız,cinsiyet ayrımı yapmıyorum bu konuda :))

16 May 2011

İki Ada (Altıncı Bölüm)

Kaptan, dörtlü yola çıktıktan sonra hava kararana kadar, arkada bırakıldıkları için söylenmeye devam etse de kalan beş kişi durumdan o kadar da şikâyetçi değildi. Açık denizde korsanlarla savaşmak başka bir şeydi, tam olarak ne olduklarını bilmedikleri varlıklarla savaşmak başka bir şey. Aslında bir çatışma olup olmayacağı da kesin değildi fakat barışçıl bir görüşme ile eşit ihtimaldeydi.
Dört yoldaş, darlığından dolayı merdivenlerden tek sıra inmek zorunda kalmışlardı. Hepsi de çukurun dibine doğru olan yolculukları boyunca farklı detayları gözlemleyerek yavaş bir tempoda yürüyorlardı. Büyücü rünleri inceliyor, zaman zaman tanıdık gelen bir iki tanesi dışında büyük bir çoğunluğunu anlayamıyordu. Druid ise hayatı boyunca hiç karşılaşmadığı bu canlı türlerinin detaylarını gözden geçiriyor, doğal mı yoksa doğaüstü bir oluşum mu olduğunu anlamaya çalışıyordu. Yarı peri heykellerin silahlarını ve zırhlarını inceliyordu. Ne de olsa bir savaş leydisiydi. Mavi saçlı adam ise sadece heykellerin gözlerine bakıyordu. Tüm heykellerin göz bebeklerinde kırmızı ve kırmızının tonlarında kristaller vardı ve kristaller sanki içlerinde bir yaşam taşıyormuşçasına nabız gibi parlayıp sönüyordu.
Fakat sonunda bu yavaş tempoya dayanamayan mavi saçlı adam kendini karanlık boşluğa bıraktı ve orijinal formuna döndü. Çukurun, bedeninin sığacak kadar büyük olması büyük şanstı. Bu sahneyi her izleyişinde yarı peri tekrar hayran kalıyordu ona. Birkaç saniye içinde önce bedeni ve yüz hatları değişiyor, burun ve ağız kısmı uzayıp kafatasından boynuzlar ve dikenler çıkıyordu. Kaslı kolları ve bacakları vücuduyla aynı oranda uzuyor ve hepsini birden kaplayan pullar ortaya çıkıyordu. Bedeni dönüşümünü tamamladıktan sonra son olarak sırtından çıkan kanatları ile özgün – kesinlikle kendisini özgür hissettiği – bedenine kavuşmuş oluyordu. Türünün uzun zamandır yeryüzünde görülen çok az sayıdaki örneğinden birisi olan mavi ejderha dönüşümünü tamamladıktan sonra çukurun içinde vahşice kükredi. Sesini aşağıda bekleyen gardiyanın ve yukarıdaki arkadaşlarının duymasının yanı sıra, tüm ada canlılarının duyduğuna da emindi.
Dönüşümün ardından yarı peri mavinin üzerine atladı ve sırtına kolaylıkla yerleşti. Büyücü ve druid ise basit bir tüy büyüsü kullanarak diğer ikisinin ardından zemine doğru alçalmaya başladılar. Zemine vardıklarında Seraphin üzerinde geniş bir kapı olan geniş bir duvarın önünde duruyordu. O hala adada ilk gördükleri gibi insan formundaydı. Tek tek dördünün de gözlerine baktı ve sadece maviyi başıyla selamladı. Ardından elinde kırmızı kılıcı şekillenirken sorusunu sordu: “Kapının ardındakileri serbest bırakmaya gelmediğinizi umut ediyorum mavi savaşçı?”
Mavi, boynunu saygıyla eğerek cevap verdi: “Sadece bilgi almaya geldik yüce gardiyan ve sizin varlığınız bile sorularımızın çoğunu yanıtlamış oldu. Sadece neden bizi bu kadar uzun süre yalnız bıraktığınızı anlatmanızı istiyorum.”
Seraphin cevapladı: “Gözlerinize baktım ve bu cevaba layık olduğunuza karar verdim. Ne de olsa benim de sohbet edecek çok şansım olmuyor. Her şey İki Ada halkının ayaklarınızın altındaki toprakları birleştirmesiyle başladı…”
Devam etmeyecek…
Dipnot: Beşinci bölümdeki imla hataları ve anlatım bozukluklarından dolayı özür dilerim…

14 May 2011

Damat ata binmiş

       Düğün denilince ilk öne çıkan figür aslında gelin ve onun taşıyacağı gelinlik oluyor.Ama o kadar çok yan detay varki bu güzel günü daha anlamlı hale getirebilmek amacıyla dizilmiş sizi beklemekte..Ben bu yazımızda bir kenarda olup bitenleri masumca izleyen damattan bahsedeceğim.Tamamen gözlemlerime dayanan bu durumu sizlerle paylaşmak istiyorum.

NİKAH ŞEKERLERİ : Eskiden ve günümüzde ara ara hala sürdürülen bir geleneğe göre badem şekerleri minik bir kuğu edasıyla sarılıp sarmalanır,nikah esnasında gelenlere dağıtılırdı ;çok fazla seçenek olmadığı içinde şekerleri seçmek oldukça kolay olurdu.Günümüzde farklı tasarımlar,süs eşyaları ve objelerle renklendirilen şekerler, çeşitliliği arttırırken damatların beyin damarlarının da tıkanmasına neden oluyor.Gelin hanım bir şekeri beğenip gözlerini kırpıştırarak damadımıza soruyor-aşkım hangisi ortak karar verelim,adamcağız -altı üstü bir şeker ya seç birisini diyor.Gelin ısrarcı,damat dayanamıyor ve bir tane seçiyor sırf beğenmiş olmak için,gelinin yüzü yerlerde çünkü asıl empoze etmeye çalıştığı şekeri damat seçmedi.Sonuç:Gelinin istediği oluyor.

DAVETİYELER :Bu mutlu günümüzde sizleri de aramızda görmekten kıvanç duyacağız yazısının başında geçirilen saatler.Yine ortak karar sendromu,yine mızıldanmalar.Damadın seçimi.Sonuç:Gelinin istediği oluyor.

FOTOĞRAF ÇEKİMİ :Bu önemli geceyi ebedileştirecek fotoğrafların çekilmesi lazım.Gelinin babasının tanıdığı bir fotoğrafçı var ama basmakalıp bir fotoğraf sanatçısı.Damat fikre uzak olsada kayınbaba ekseninde ne kadar şansı olabilir ki.Sonuç:Kayınpederin istediği oluyor.

GELİNLİK VE DAMATLIK SEÇİMİ :Zavallı damadımız işten yorgun argın çıkıp,gelini devamlı gelinlik provasına götürüyor.E gelin stresten zırt pırt kilo verdiği için her daim bir tatminsizlik,sürekli yeniden ölçü alınması,gerginlik...Bunların faturası kime çıkıyor dersiniz,tabi ki damada.Adamcağız kendisini falezlerden atmak üzere.Damat hemen seçimini yapıyor ama beğendiği takım olmadı gelinlikle kombin olması lazım.Gelin tarafından,damatlık veto edildi.Sonuç :Gelinin istediği oluyor.

EV EŞYASI SEÇİMLERİ :Bu konuda cümle bile kurmuyorum.Sonuç :Gelinin istediği oluyor.

OTURULACAK EVİN SEÇİMİ :Gelinin işine ya da ailesine yakın muhitten yapılan seçim.Sonuç:Gelinin istediği oluyor.

DÜĞÜN MEKANI SEÇİMİ :Damat şöyle az ama öz bir düğün töreni isterken,gelin için en az 500 kişi şarttır bu nedenle büyük bir mekanda karar kılınır.Damat artık olsada bitse diye düşünmektedir.Sonuç :Gelinin istediği oluyor.

DÜĞÜN PASTASI SEÇİMİ :Damat daha muzip bir pasta beklentisi içerisinde nasıl mı?Mesela pastanın üzerinde damadın boğazına yapışmış gelin figürü.Gelin somurtkan.Böyle birşeye yanaşır mı hiç.Nizami ölçülerde yanyana duran düzgün gelin ve damat.Sonuç :Gelinin istediği oluyor.

DÜĞÜN ŞARKISI SEÇİMİ :Mustafa Ceceli-Hastalıkta Sağlıkta ya da Kayahan -Seninle Herşeye Varım Ben 'den başka yaratıcılığa gerek yok.Damat metal bir şarkıyla giriş yapmak istiyor.Sonuç :Gelinin istediği oluyor.

NİKAH ŞAHİDİ :Damadın tek özgürlüğü.

Liste uzayıp gidiyor,herşey bu kadar romantikte değil tabi,bide bu işin parasal boyutu var.Eee damat bey ;para dediğin nedir ki elinin kiri :)))

Sonuç :Damat ata binmiş ya nasip demiş ...


İki Ada (Beşinci Bölüm)

Keşif grubu, birbirlerine hikâye anlatarak dikkatlerinin dağılmasına izin vermeyecek kadar deneyimli adamlardan oluşuyordu. İlk şaşkınlık anını atlattıktan sonra o ana kadar olduklarından daha dikkatli bir şekilde ağaçlık alanda daha derinlere ilerlediler. Druid önde, sadece kendisinin görebildiği bir patikadan gidiyormuş gibi kendinden emin adımlarla ilerliyordu. Güneş gökyüzünde tam tepeye geldiği zaman, yürüdükleri patika hissedilir derecede yükselmeye başlamıştı. Gemiyle adamın çevresinde dolanırken böyle bir yükselti ve tepe olduğu anlaşılmıyordu. Fakat sık ağaçlardan göremeseler de adanın bu parçasının küçük bir tepeden fazlası olduğu anlaşılıyordu.
Tepenin doruk noktasına vardıklarında tüm yorgunluklarını unutturan ve şaşkınlıktan gözlerinin büyümesine sebep olan bir manzarayla karşılaştılar. Karşılaştıkları şey insanüstü denilebilecek bir yapıydı. Aslında buna tam anlamıyla bir yapı da denilemezdi. Büyük bir yanardağ kraterine benziyordu. Yerin derinliklerine kadar inen fakat sonu görünmeyen büyük bir çukur gibiydi.
Bunun doğal bir yapılaşma olmadığının kanıtları da vardı. Çukurun çerçeve duvarları asırlardır en mükemmel taş işçileri olan cüce ırkını bile kıskandıracak kadar prüzsüz ve kusursuzdu. Tek bir insanın yürüyeceği genişlikte duvarın oyulmasıyla oluşturulmuş merdivenlerde, yirmi basamakta bir duvarın bir parçası olarak oyulmuş heykeller bulunuyordu. Yaklaşık üç metre olan heykellerin hepsi insanımsı olmasına rağmen bazıları sırtında topladığı kanatlarla, bazıları tüylü keçi toynakları ve boynuzlarla ve buna benzer detaylarla tasvir edilmişti. Heykellerin içinde bulundukları oyuklarının çerçevelerini karmaşık rünler süslüyordu. Bu rünler ayrıca merdivenin basamağı hizasında diğer çerçevelerle de birleşiyordu. Dikkatsiz veya bilgisiz birisi için bunlar sadece estetik motifler olabilirdi. Fakat yeryüzünde bilinen en güçlü büyü olan rün büyüsünü kullanan büyücü bile detaylı bir çalışma yapmadan bir tek rünü bile anlayamayacağını fark etmişti. Çukurun içine duvar boyunca dönerek inen merdiven, bir süre sonra çukurun dipsiz karanlığında gözden kayboluyordu.
Keşif grubunun en genç elemanı olan, henüz dünya üzerinde sadece on dokuz yıl geçirmiş olan denizci karanlığa fırlatıp derinliği anlamak için elinde bir taş aldı ama mavi saçlı adam daha kolunu hareket ettiremeden onu engelledi ve ekledi “Çocuk gibi davranma lütfen”. Kendisine bakan mavi gözlerden çekinen genç denizci istemsizce bir adım geriledi ve kekeleyerek özür diledi.
“Ne dersin Mavi? Yürüyerek hep beraber mi yoksa dördümüz hızlıca mı inelim?” diye sordu büyücü. Sesinde korkudan veya tedirginlikten eser yoktu.
Mavi saçlı adam gülümsedi bu sorunun ardından. “Seraphin bizi aşağıda bekliyor büyücü. Ben dördümüzün inmesinden taraftarım, böylece yarın sabaha kadar dönmezsek onlar da geri dönüp hayatlarına kaldıkları yerden devam edebilirler.” Bu cümlenin sonunda kaptanın itirazlarına rağmen dörtlü hazırlıklarına başladı.

Devam edecek...

11 May 2011

Belki

Her zaman bir bahanemiz vardır sağlıklı hareket etmemek için;işten çıkmışızdır yorgunuzdur,çocuğumuzla oynamışızdır yorgunuzdur,hava kötüdür yorgunuzdur bla bla bla...Sadece kendimizi kandırırız.İşte o kandırıkçılardan biri de benim.Hareketsiz bir yaşama mahkumum ne yazık ki işimden dolayı.Hareket etmem gerekirse de asla bir noktadan bir noktaya yürümeyenlerdenim.Üşengeçliğimden aslında.Tabi bunu yeni yeni idrak etmiş bulunuyorum.

Geçirdiğim trafik kazası sonrası dizimde müzmin bir ağrı mevcuttu ve şu son haftalarda yaşadığım en büyük sıkıntım boynumla ilgili oldu.Çeviremiyorum,uyuyamıyorum,çalışamıyorum.Oldukça sıkıntı çektim.Fizik tedavi ve kas gevşetici ilaçlarımla bir nebze rahatlamış olsamda sağlıksız olduğumu,pimpirikli olduğumu ve abarttığımı farkettim.Yaptırdığım vücut testlerinde aslında daha yeni 30 yaşıma basmışken vücut yaşımın 32 olduğunu söylemişlerdi,uzun zaman geçmesine rağmen ben ne yaptım;oturmaya devam ettim.Bu esnada vücudumu çok fazla dinlediğimi anladım,hep S.O.S veren acılı cümleler kuruyordu bana.Fiziksel anlamda bakıldığında oldukça sağlıklı görünen bir fizik ve kilodayım.Ama kendimi küflenmiş hissedişimin nedenini birkaç basamak çıktığımda nefes nefese kalışıma bağlıyorum veee artık bu gidişatıma bir dur demenin vakti gelmişti.

Spora başladım.

Başladığım günden bu yana kendimi inanılmaz seviyede iyi hissediyorum.İş çıkışı hemen eve gelip üzerimi değiştiriyor ve neredeyse iki saate yakın zamanımı spora ayırıyorum.Eğer sekme durumu olursa kendimi okuldan kaçmış gibi hissediyorum.Mesela bugün bir futbol sahası ve tenis kortu büyüklüğündeki mesafeyi birkaç defa etrafında turlayarak koştum.En son ne zaman koştuğumu hatırlamıyorum bile.Göğsüm sıkıştı nefes alamadım resmen boğazım yandı ama bir süre sonra alıştım geçmişti,başlangıç seviyesinde bile olsa koşabilmiştim.Sağlıkla ilgili rahatlamamın yanısıra sosyal hayatımın gelişmesine de yardımcı oluyor bu durum.Her yaş grubundan insanla tanışıyor,selamlaşıyor ve sohbet ediyorum.Geceleri daha derin ve rahat uyumak gibi bir farkta yaşıyorum.Günün stresinin üzerimden akıp gittiğini hissediyorum,müzik dinliyorum resmen kafam bomboş oluyor.Bu anlarda sorunların da gözümde küçüldüğünü hissedebiliyorum.İçimden tatlı bir cengaver çıkıveriyor :) Formumu ki benim form kavramım asla görsel değil tam anlamıyla bulduğum zaman işte o zaman hedefime ulaşmış olacağım.Ertelemenin bir faydası yoktu,siz de bedeninize değer verin ilerleyen yıllarda sağlığınıza çok ihtiyacınız olabilir.

Çok sevdiğim bir sözle bitirmek istiyorum:

''Hayat belki bir gündür,o gün belki bugündür''

Bilgilendirme

Hikayeyi takip eden arkadaşlar için yeni bir sayfa açmış bulunuyoruz,sağ taraftaki menüden kesintisiz olarak İki Ada'yı okuyabilirsiniz.

İki Ada (Dördüncü Bölüm)

Artık adada birilerinin – çok güçlü varlıklar her kim iseler – olduğunu biliyorlardı ve buna rağmen kimsede korku emaresi yoktu. Mavi saçlı adamın bir anlık tedirginliği bile unutulmuş, karaya çıkma hazırlıklarına girişilmişti. Mürettebat gemiyi uygun bir alana demirleyip kamp için gerekli malzemeleri kıyıya taşırken gece çöküyordu. Kaptan ve dört yoldaş ise çoktan kıyıya çıkmış, ne yapmaları gerektiğini tartışmaya başlamışlardı. Hava yeteri kadar sıcaktı ve bu yüzden bir kamp ateşi yakmalarına gerek yoktu. Sadece belirledikleri kamp alanının çevresine meşaleler yerleştirmişlerdi. Kimseden saklanmak gibi bir düşünceleri yoktu. Ne de olsa kırmızı cübbeli kadın onları görmüştü artık. Aynı zamanda batan güneşin ardından karanlıkta kalmamaları kendileri için de iyi olurdu. Ağaçların ardından gelebilecek herhangi bir tehlikeye karşı mürettebatın görüş açılarının yeteri kadar aydınlık olması gerekiyordu. Dörtlünün ise karanlığı yenmek için kendi yolları vardı zaten.
Gecenin karanlığını sahilde geçirip gün ışıdıktan sonra keşfe çıkmaya karar verdiler. Gece tutulacak olan nöbetleri beşe bölmüşlerdi ve beşerli gruplar halinde nöbet tutulacaktı. Her grupta da kaptan ve dörtlüden birisi uyanık kalmaya karar vermişlerdi. Kaptan ilk nöbeti dört adamıyla beraber tutacaktı. Son nöbeti ise druid seçmişti. Druid sabahın ilk ışıklarını ağaçlarla ve rüzgârla konuşarak karşılamayı planlıyordu. Mavi saçlı adam nöbeti druide devretmek için yanına yaklaştığında onun çoktan uyanmış ve hazırlanmakta olduğunu gördü. Başıyla hafif bir selam verdikten sonra uykusunu tamamlamak için yarı perinin yanına uzandı.
Druid beraber yaptıkları yolculuk boyunca tanıdığı her adama olduğu gibi, kendisiyle nöbeti paylaşacak olan dört adama da güveniyordu. Böylece üzerinde sadece kahverengi pantolonu kalacak şekilde kıyafetlerini çıkartıp düzgün bir şekilde üzerinde uyuduğu şiltenin üzerine yerleştirdi ve ağaçlara yakın fakat gözlerden uzak olmayan bir noktada kumların üzerine bağdaş kurup meditasyonuna başladı. Bunu daha önce de gören nöbet arkadaşları seslerinin ve hareketlerinin druidin konsantrasyonunu bozmayacak bir mesafede konuşlandılar ve böylece gecenin son nöbeti de başlamış oldu.
Druid meditasyonuna başlar başlamaz ağaçların şarkıları ruhuna doldu. Dillerini anlamayacağını sanıyordu fakat hemen çömüştü kelimeleri. Ne de olsa o doğaya ait bir insandı. Adadaki tüm varlıklarla bir bütün olmayı denedi, fakat ağaçların hissi o kadar yoğundu ki beyninde diğer canlılara ulaşamadı. Uzun bir süre şarkıları dinleyip hikâyelerini aklına kazıdıktan sonra, onlara sorular sormaya başladı. Aldığı cevaplar her zaman başka bir şarkı şeklinde oldu. Başlarda tüm seslerin içinde cevapları ayırt etmekte zorlansa da, en yakınındaki ağacın sesine odaklanması gerektiğinin farkındaydı ve kendi sınırlarını zorlayarak bunu da başardı.
Meditasyonunu o anlık bitirdiğinde nöbet süresini oldukça aştığını fark etti. Tüm ekip uyanmış ve kahvaltılarını etmişti. Tayfaların bir kısmı yemek sonrası sofraları toplarken bir kısmı da keşfe çıkacak on kişilik ekibin hazırlıklarıyla ilgileniyordu. Ayağa kalktı ve uyuşmuş bacaklarını ve omurgasını gererek masalardan birisine yürüdü. Kullandığı enerji acıktırmıştı onu. Kimseyle konuşmadan gidip kendisine yiyecek hafif bir şeyler aldı ve düşünceli bir ifadeyle kahvaltısını tamamladı. Meditasyondan sonra genellikle düşünceli bir hale büründüğünü bilen yoldaşları ona sorularını sormadan önce kahvaltısını bitirmesi gerektiğini biliyorlardı. Bu kafasını toparlaması ve insanların dünyasına dönmesi için ihtiyacı olan zamanı sağlıyordu druide.
Kahvaltısını tamamladıktan sonra kafasını kaldırıp kampın durumuna bakan druid tüm arkadaşlarının hazırlandığını gördü. Mavi saçlı adam, malzemesinden hala kimsenin emin olmadığı mavi zırhını giymişti. Bu zırhı taşıdığını kimse görmezdi, kimse onu giyinirken de görmezdi. Bir an ortadan kaybolur, bir an sonra da zırhıyla savaşa hazır halde ortaya çıkardı. Silahı da ortada yoktu. Savaş sırasında birden beliriverir ve savaş bitiminde yine silahsız olarak zaferlerini değerlendirir gözlerle alanı gözlerdi çatık kaşlarıyla. Yarı peri ise gümüş zırhını kuşanmış olmasına rağmen sanki üzerinde zırhının fazladan ağırlığı yokmuş gibi hevesle sağa sola koşturuyordu. Kılıcını belindeki kınına yerleştirip kurt simgeli kalkanını da sırtına astıktan sonra hazırdı artık. Büyücü ise aralarından en garip görüneniydi. Omuzlarında çapraz asılmış dört ayrı büyü çantası vardı. Üzerinde kolları kesilmiş bir gömlek ve yine dizlerinden aşağısı olmayan bir pantolon giyiyordu. Ayaklarında da yarı açık sandaletler vardı. Elindeki asası sadece yürüyüş değneği gibi görünse de, druid bu asanın güçlerine saygı duyuyordu. Üstelik bu, büyücünün elinde tehlikeli bir silahtı. Keşfe çıkacak tüm ekip içinde en savunmasız olanı büyücü gibi görünse de şimdiye kadar ona bir kılıcın yaklaşabildiğine şahit olmamıştı. Yine de…
Druid de kahverengi ve yeşil renklerden oluşan deri zırhını ve pelerinini giyindikten ve silahlarını yanına aldıktan sonra vakit kaybetmeden ağaçların arasına daldılar. Druid de bir doğa insanına göre fazla silah taşıyordu. Sırtında ustalık mertebesinde kullandığı bir yay, belinde ise bir uzun kılıç ve bir hançer vardı. Hançerin kabzasına değerli mücevherler işlenmişti ve dörtlünün hepsi bu hançerin sevgilisinden özel bir hediye olduğunu biliyorlardı. Yine de druid bu hançerin ne işe yaradığını kimseye anlatmamıştı.
Sonunda sessizliği bozan büyücü oldu. “Ormanla yaptığınız sohbette bize iletmek istediğin önemli bir detay var mı dostum?”.
Druidin yüz ifadesi sıkıntılı sayılmazdı ama kelimeler sert ve keskin bir dille çıktı ağzından: “Ağaçlar bana bu adanın sakinlerinin kurucular ve muhafızlar olduğunu söyledi. Tam olarak neyi koruduklarını bilmiyorum ve ağaçlar da benim bunu bilmememe şaşırdılar. Kırmızı cübbeli kadın ise muhafızlardan birisi: Seraphin”.
Bu isim geçtiğinde mavi saçlı adam ve druid dışındaki keşif partisindeki sekiz kişi aynı anda mırıldanmaya başladı. Eski efsanelerden bir isimdi bu. Tanrıların gardiyanı Seraphin…
Devam edecek…

10 May 2011

Bağlılık

Her insan bir şeylere çok bağlanır ve ardında onu kaybeder, üzülür. Ben de çok şeye bağlandım hayatımın her döneminde. Çocukken oyuncaklarımı çok sevdim,biraz daha büyüyünce çizgi romanlarımı, sonra kitaplarımı ve arkadaşlarımı, sonra arkadaşlıktan daha öteye geçtiğim ilişkileri… sonra bunların içinde hatırı sayılır derecede çoğunu kaybettim.
Star Wars izleyen ve seven herkesin sevdiği bir takım cümleler vardır. Bunların birçoğunu usta Yoda söyler. Bunların en güzellerinden ve konumuzla ilgili olanı şöyledir: “Bırakmayı öğren. Kaybetmekten korkma. Bağımlılık korkuyu getirir, korku öfkeye, öfke nefrete, nefret de seni karanlık tarafa yönlendirir”.
Ne kadar da güzel, ne kadar da doğru görünüyor. Ama ne yazık ki katılmıyorum. Çünkü sadece iki yönden bahsetmiş. Normal insanın yaşadığı da bu iki yön aslında zaten. Yani temel olarak doğru. Ama ben sevdiğim şeyleri kaybetmekten korkarak bağlanıp çok sevmekten vazgeçemem. Şimdi bu satırları okuyan ve bağlı olduğum insanı ele alalım. Benim ona sevgim, tüm bedenimden enerji olarak fışkırırken dünya daha güzel bir hal alıyor. Ve o bu sevgimi hissettikçe yüzünde güzel bir gülümseme oluşuyor.
Kısacası onu sevmekten asla vazgeçmeyeceğim.

9 May 2011

Sosyal Mesaj İçeriği Ve Fare Zehiri

Geçenlerde okuduğum bir haber üzerine, bu satırları yazmak istedim. Ne kadar gerekliydi bilemiyorum ama yazıyorum işte. 16-17 yaşındaki üç kuzenin aşklarını ispat etmek için ağızlarına fare zehiri tıkmalarıyla başlayan ve hastanede son bulan bir haber. Üstelik var olduklarından bile emin olmadığım o sevgililer ortalarda bile yokken. Okuyunca öfke doldu içim. Nasıl şuursuz bir aile eğitimiyle, nasıl bir beyinsizlikle bunu yapmış olduklarını aklım bir türlü almadı, almıyor, almayacak.
Suçu hemen televizyona, medyaya yüklemiş gazetenin internet sayfasında yorum yazanlar. Delikanlı ayarı veren aptal lise dizilerine, sürekli birilerinin hamile kaldığı üniversite gençliğinden bahsettiğini sanan yanlış yönlendirici dizilere, sabah kadın programlarına, vs… Tabi ki bunların da etkisi var. Hem de şiddetli bir etki. Fakat işin temelini oluşturan o cahillikten nasıl kurtulmamız gerektiğini bırakın, halkın cehaletinden söz edenler bile bir elin parmaklarını geçmiyor.
Evet bu biraz canınızı yakabilir, ya da katılmayabilirsiniz ama halkımızın yaklaşık yüzde sekseni cahildir. Bunun okumuşlukla, üniversite bitirmişlikle falan hiç alakası yok. Keza okumuşun cahili kadar beni korkutan ve tiksindiren bir suret daha yoktur sanırım yeryüzünde. (Bkz. Ajdar Anık – Aptal değilim ben makine mühendisiyim)
Yıllardır düşünüp insanlarla bu konuyu tartışıyoruz cehaletin önüne nasıl geçilmesi gerektiği üzerine. Temel eğitim ailenin, bireyi insan olarak yetiştirmesine dayanıyor. Çocuk dediğimiz minimal varlık dünyadaki ilk zamanlarında tüm duygudan yoksun bir durumdadır ve zaman içinde yontulan bir ruha sahiptir. Bu varlığı şekillendirmek de dolayısıyla birinci elden aileye düşer. Bir ruha ne katabilirseniz/ekleyebilirseniz, zaman içinde o kadar zengin bir benliğe ve düşünme yeteneğine sahip olacaktır. Bundan sonraki eğitim sistemi ise şu anın tartışma konusu değil. Fakat bir o kadar da önemli. Ama şimdilik konumuza dönelim.
İnsanların doğuştan tek yeteneği beynini kullanabilme özelliğinin ne kadar işe yaradığını işte bu haberde okuduk. Sevgi/aşk için ölmeyi marifet sayan (ölmek yerine yaşamayı akıl edemeyen), bunu kuzenine ispatlamak için fare zehiri yutan, enfes bir nesil yetiştiriyoruz. Bunun tek örnek olduğunu, istisna olduğunu söyleyenler olacaktır. Tek söyleyebileceğim, kafanızı kaldırıp, at gözlüklerinizi çıkartıp çevrenize bir bakmanız gerektiği. Bu spesifik örnek dışında şurada yazmaya başlasam, hem günlük hayattan hem üçüncü sayfa haberlerinden alıntılarla aklınızı kaybedeceğiniz hikayelerle doldurup taşırırım bu yazıyı.
Bir sonuca bile bağlayamayacağım şu satırlardan sonra, insanların beynini kullanması ve doğruları bulması konusundaki umudum dışında bir şey gelmiyor aklıma.

*Sevgim ve aşkım için sütlü, bol şekerli bir kahve içiyorum şu anda. Şiddetle tavsiye…

6 May 2011

İki Ada (Üçincü Bölüm)

Büyücü, dostlarının yanından ayrılıp kaptanın yanına, geminin kıç tarafına yürüdü. Kaptanın ada hakkındaki fikirlerini öğrenmek istiyordu. Nasıl yaklaşacaklarına ve karaya çıkıp çıkmayacaklarına karar vermeleri gerekiyordu. Gözlerinde hiçbir korku ve endişe emaresi olmayan kaptan yine de adanın yakın çevresinde bir tam tur atarak mümkün olduğu kadar incelemek istediğini belirtti. “Karşılaşacağımız sürprizleri minimize etmeye çalışmak bu noktada en doğrusu. Karşımıza çıkacak varlıkların ölümlü olmadığını varsayıyoruz ne de olsa.”dedi büyücüye yüzünde bir gülümsemeyle. Büyücü her ne kadar karaya adım atmak için sabırsız olsa da Denizin Gözü’nün adaya daha çok yaklaşması için sabretmesi gerektiğini biliyordu.
Adada bulundukları noktadan göründüğü kadarıyla bir burun veya koy yoktu. Sanki kalemle çizilmiş gibi tam yuvarlak görünüyordu kıyılar. Adaya yaklaşırken bir yandan da mürettebattan dört kişi su derinliğini kontrol ediyordu. Hiç bilmedikleri bu kıyılarda karaya saplanıp, kurtulmak için gelgit beklemek gibi bir niyetleri yoktu. Kaptan, durumu ne kadar hâkimiyeti altında tutarsa riskleri de o kadar azaltacağını bilecek kadar deneyimliydi.
Adaya yaklaşık iki yüz metre kala geminin burnunu çevirip ada çevresinde dolanmak üzere yol almaya başladılar. Hızlanmamak için tek yelkenle yol alıyorlardı. Kaptan dümeni yardımcısına bırakarak büyücü ile beraber sancak tarafına geçmiş olan üçlüye katıldı. Kaptanın yanlarına geldiğini gören yarı perinin yüzüne yine büyük bir gülümseme yayıldı. Kaptanla yarı peri benzer geçmişlere sahip oldukları için oldukça iyi anlaşıyorlardı. Mavi saçlı adam başıyla hafifçe kaptanı selamladı. Kendisinden korkmasa da kaptan hala mavi saçlı adama karşı nasıl davranması gerektiğini kestiremiyordu. En doğrusunun aynı şeklide karşılık vermek olduğuna karar verdi ve gözlerine bakarak başıyla hafifçe selam verdi. Mavi saçlı adamın sert yüzünde durumdan hoşnut ve çok hafif bir gülümseme belirdi, fakat yüzünü adaya çevirirken hemen kayboldu. Kaptan rahatlamıştı.
Adanın çevresinde ilerledikçe tahmin ettiklerinden daha büyük olduğu anlaşılıyordu. O anki hızlarıyla tüm adanın çevresini dolaşmak tüm günlerini alacak gibiydi. Öğlen güneşi alçalmaya başladıktan sonra artık sabırsızlanmaya başlamışlardı. Adada göründüğü kadarıyla hiçbir canlıya ya da medeniyete dair iz yoktu. Druid bir an önce adaya çıkıp ağaçlarla konuşmak, diğerleri de güneş batmadan küçük bir keşif gezisine çıkmak istiyorlardı. Fakat kaptan ile büyücü temkinli olmaktan yanaydı.
Güneşin batışına yakın başladıkları noktaya varmak üzereyken mavi saçlı adam aniden sırtını dikleştirdi ve bir noktaya sabitledi insan dışı gözlerini. Bakışlarını takip eden diğerleri de kumsala yakın ağaçların arasındaki kırmızı cübbeli kadını görüyorlardı. Fakat bu mesafeden sarı saçları dışında bir detay seçemiyorlardı. “Ne görüyorsun?” diye sordu büyücü mavi saçlı adama. Onu hiç bu kadar tedirgin görmemişti. Beraber girdikleri savaşlardaki kendinden emin ve güçlü duruşuna alışıktı büyücü.
“Gözlerini gördün mü?” diye sordu büyücüye dönüp. Büyücü olumsuz anlamda başını sağa sola salladı. Bu mesafeden mavi saçlı adam dışında kimse bu detayı göremezdi de zaten. Tüm ekip gözlerini kıyıdan çekmiş ikisine bakıyorlardı. Tekrar kıyıya baktıklarında Kırmızı cübbeli kadın orada değildi artık. Mavi saçlı adam tekrar sert ve kendinden emin duruşunu toparlamıştı. “Gözü tamamen kırmızıydı.”
“Seninkilerin mavi olduğu gibi mi?” diye sordu druid.
“Hayır,” dedi mavi saçlı adam, “o benim gibi değil. Yaşadığım süre boyunca bu kadar güçlü bir varlıkla karşılaşmadım ben. Kim oldukları hakkında atalarımın efsanelerine göre sadece tahminde bulunabilirim, ama kesin olan bir şey varsa o da artık burada olduğumuzu bildikleri.”

Devam edecek...

5 May 2011

Yağmur

Şehir bulutların gri kasvetinin altında nasıl da çaresizdi...Karanlık havada yağmur damlaları yeryüzüne inip toprakla bütünleştiğinde vücutlarındaki son fosfat bağı da kopuyordu.Rengarenk şemsiyeler atmosferi neşelendiren, tabloyu tamamlayan tek görüntüydü.

Kadın topuklu ayakkabılarını bugün giymemesi gerektiğini düşündü.Arabaya kadar şemsiyesiz nasıl gideceğinin derdindeydi.Koştu;yağmuru yüzünde,ellerinde,saçlarında hissetti.Tam kendisini kurtardığını düşündüğü anda durdu,elindeki anahtara baktı sonra yüzünü gökyüzüne çevirdi.Belli ki gökyüzü de kendisi gibi sıkılgandı.Arabaya binmekten vazgeçti.Yağmurun sesi kulaklarında bir melodi oluşturmuştu artık.Aslında kaçmaya çalışsa da yağmuru çok severdi tıpkı sevip te kaçtığı diğer şeyler gibi...Yağmur şiddetini azaltsa da yağmaya devam ediyordu.Denize çok yakındı.Seri adımlarla şehrin ışıklarından sıyrılıp kıyıya doğru yürüdü.Karşısında griyle mavi arası çalkalanan dalgalar vardı.Dalgaların sesi,yağmurun sesi,toprak kokusu puslu havanın hazin görüntüsü büyülemişti kadını.Cennetteyim dedi kendi kendine.Yeniden gitmek duygusuyla doldu içi.Her sıkıldığında,hayatıyla ilgili çıkmaz yollarda koşturduğunu hissettiği zamanlarda tanımadığı bilmediği yollarda yürümek,yeni şehirler yeni denizler görmek isterdi hep.Kimse neden kaçtığını gittiğini anlamazdı.Malum her şey düzeninde,rahat ve konforluydu...Bu kadının yüreğine çok az insan sığdı; yüreğinin dışı çok kalabalıktı,kuru kalabalık.Hayatı sorguladı.Neydi yaşam iş miydi,aşk mıydı,sevgi miydi sadakat miydi bir sürü sebep geçti aklından.Bilmiyordu hangisinde mutlu olduğunu unutmuştu artık.Boş verdi.Sadece yağmurla mutlu olmayı tercih etti.Artık fazlasıyla ıslanmıştı ve hafif bir ürperti sarmıştı içini,üşüdü.Geldiği yolu koşarak geri döndü.Arabasına binmeden son bir kere daha gökyüzüne baktı,gülümsedi  -bir sonraki buluşmamıza kadar hoşçakal dedi...

Hoşçakal...

İki Ada (İkinci Bölüm)

Denizin Gözü adaya temkinli bir şekilde yaklaşırken mavi saçlı adam diğerlerinden çok daha keskin gözleriyle, hafif sis perdesinin arkasını da görerek adayı tarif etmeye başladı: “Çok az yükselti var adada. Kumsaldan sonrası tamamen yeşil. Ama ağaçların türünü anlayamıyorum. Atalarımın efsanelerinde geçen ağaçlara benziyorlar diyebilirim sadece. Bu mesafeden herhangi bir canlı göremiyorum.”
Druid yüzünde büyük bir şaşkınlık ve heyecanla araya girdi: “Hiçbir ağacın bu kadar net şarkı söylediğine şahit olmamıştım. Dillerini anlamıyorum ama içimi bir huzur kaplıyor.”
Büyücü yol arkadaşlarına baktı ve böyle güçlü müttefikleri olduğu için çok şanslı olduğunu düşündü. Dördü birlikteyken tanrılara bile kafa tutabileceğini düşünüyordu. Druid ile adaları aramaya başlamadan çok önce tanışmıştı. Druidin sevgilisinin de dahil olduğu gölge ırkının gizemlerini araştırırken yolları çakışmış ve sonraki tüm yolculuklarını beraber yapmışlardı (Bu başka bir hikayenin konusu). Druidin küçük yaşlardan itibaren doğaya karşı olan korumacı tavrı hayatına yön vermiş ve zaman ilerledikçe doğanın kendisine sunduğu özelliklerin farkına varmaya başlamıştı. Küçük bir köyde yetişen druid, küçük yaşlarında bile yakacak olarak kesilen ağaçları için yas tutar, kendi evinde babasının ağaçları kesmesine izin vermezdi. Ormandaki ağaçların dökülmüş ölü dalları da kışı geçirmelerine yeterken canlı bir ağacı kesmenin şuursuzluğunu asla anlamamıştı. Zaman içinde ağaçların kendisiyle konuştuğunu ve onlara yaklaşımından dolayı teşekkür ettiğini fark etti. Bu sesli bir konuşma değildi tabi ki. Sadece bir histi. Ormanda daha çok vakit geçirmeye başlamış, orman yaratıklarıyla da ilişki kurmayı öğrenmişti. Gözleriyle göremese de, ormandaki tüm canlıları hissediyor, yerlerini ve bir sonraki hamlelerini biliyor hale gelmişti. Doğadan öğrendiği irfanın sınırları yoktu ve uzun süredir dost olmalarına rağmen her gün büyücüyü şaşırtacak bir yol bulabiliyordu. Hem günlük hayatta, hem de çatışma sırasında.
Dörtlü grubun arasında orta boyu ve ince bedeni yüzünden en zayıf görüneni yarı periydi, fakat görünüşün ne kadar aldatıcı olabileceğinin kanıtıydı adeta bu kız. Gümüş zırhını giyip ellerinde efsunlu kılıcı ve kurt armalı kalkanıyla tam bir savaş leydisine dönüşüyordu. Mavi saçlı adam ile beraber ise kusursuz bir ikili oluyorlardı. Şövalye bir baba ile peri bir annenin kızı olan yarı peri, kasabasının yıllar önceki minotor akınında katledilmesi üzerine ailesini kaybetmiş ve onaltı yaşında yollara düşmek zorunda kalmıştı. Babasından aldığı savaş eğitimi ile uzun bir süre başının çaresine bakan ve katliamdan sonra Diken Dağları’na kaçan yarı peri koruyucusu, yoldaşı ve sevgilisi olan mavi saçlı adamla dağlarda sığınmak zorunda olduğu bir mağarada karşılaşmıştı. (Bu da başka bir hikayenin konusu).
Mavi saçlı adam ise büyücünün hayatı boyunca tanışmayı hayal bile edemeyeceği birisiydi. Efsanelerde adı geçen ve eski zamanların savaşlarında önemli yer tutan savaşçılardandı. Tam olarak yaşını yarı peri dışında bilen yoktu ve kendisi de bu soru her sorulduğunda gülümseyerek konuyu değiştiriyordu. Yaptıkları sohbetler sonucunda büyücünün tahminlerine göre elli yıllık bir sapma payıyla yaşı dokuz yüz civarı olmalıydı. Gerçek formunu gemi mürettebatı bir deniz savaşı sırasında görmüştü ve ilk başta korkudan donakalmalarına rağmen yanlarında böyle bir güç olmasından dolayı savaşı hızla kazanmışlardı. Kaptan ve tüm mürettebat ondan uzak durmasa da saygıyla karışık bir korku duydukları ortadaydı. Kaptan dışında tüm mürettebat göz göze gelmekten kaçınıyordu, çünkü insan formunda değiştirmediği tek görüntü gözleriydi.

Devam edecek…

4 May 2011

İki Ada (Birinci Bölüm)

Büyücü amacına ulaşmak üzereydi. Geminin pruvasından bakarken aradığı adayı görebiliyordu yoğun olmayan sislerin arasından. Yanında uzun zamandır yoldaşı olan druid, Tar’da kendilerine katılan yarı peri ve mavi saçlı adam vardı.
Tar’dan yola çıktıklarından beri aylar geçmişti. Kiraladıkları Denizin Gözü isimli geminin kaptanı ve mürettebatıyla artık oldukça samimi olmuşlardı. Atlattıkları o kadar tehlikeden sonra güvenle ve dostlukla gelen bir samimiyetti bu. Gemi, ismini karmaşık bir gemici düğümünden almıştı. Orta yaşına rağmen tam bir deniz kurdu olan Kaptan vermişti gemiye ismini. Birkaç yıl önce kumarda başka bir kaptandan kazandığı gemi üzerinde aylarca uğraşmış ve Mercan Denizleri’nin en hızlı ve manevra kabiliyeti en yüksek gemisi haline getirmişti. Kaptan dörtlü gruptan ayrı olarak geminin arka tarafında dümen kısmında duruyor. Olası tehlikelere karşı mürettebatından gelecek raporları bekliyordu. Fakat beklenenin aksine adanın gözetlenebilir çevresinde hiçbir gemi bulunmuyordu.
Pruvadaki dört kişi, yüzlerindeki ifadeler farklı olsa da aynı şeyi düşünüyordu: Tanrıların Adası. Mercan Denizleri’nden çok uzaktaydılar artık ve bulundukları yer dünyadaki tüm haritaların sınırlarının dışındaydı. Tanrıların Adası. Mavi saçlı adam sert yüz ifadesiyle dikkatlice adaya bakıyor ve sanki diğerlerinin göremediği şeyler görüyormuş gibi ana dilinde söyleniyordu. Neler söylediğine dair yarı peri hariç kimsenin bir fikri yoktu. Yarı perinin ise o konuştukça yüz ifadesi değişiyordu. Ama giderek daha çok heyecanlandığı belli oluyordu gözlerindeki ışıltıdan. Yerinde duramayan bir çocuk gibi havaya sıçradı sonunda ve mavi saçlı adamın boynuna sarıldı. “Bulduk...” diye haykırdı. Denize atlayıp Denizin Gözü’nden daha önce varmaya çalışacakmış gibi bir hali vardı. Druidin yüzünde ise sanki adayla iletişime geçmeye çalışıyormuş gibi bir çabanın izleri vardı. Büyücü ise her zamanki gibiydi. Sakin, hafif bir gülümsemeyle ellerini arkasında birleştirmiş karşısına bakıyordu ve bir yandan da okuya okuya ezberlediği eski hikayeler birer birer aklından geçiyordu.
Eski hikâyeler dünyayı yaratan tanrılardan bahsederlerdi. Hayatı, tüm türleri ve ırkları, bitkileri, büyüyü dünyaya getiren tanrılar. Şu anda hiçbir şekilde kendilerini göstermeyen, sadece tapınılan ve yeminlerde adı geçen iyi ve kötü tanrılar. Dört yoldaştan hiçbiri dindar değildi. Zor hayatlarında önemseyecek daha ciddi konular vardı. Büyücü ise kendilerini terk eden tanrıları hiç umursamıyordu. Ama bu konu onun için bir gizemdi ve hayatının son yıllarını onları bulmaya adamıştı.
Tüm hikâyeler tanrıların uzak adalarda olduğundan bahsederdi. Dünyevi işlerini bitirdikten sonra dünyanın gidişatını izledikleri ve rahatsız edilmek istemedikleri adalar olduğu anlatılırdı. Çocukluğundan beri anlatılan bu hikâyelerde büyü gücünün de tanrılar tarafından yaşayanlara bahşedildiği gibi, büyünün onların yeryüzünde yaşadıkları dönemin enerjisi olduğundan bahsedenler de vardı. Büyücü hem kendi iç huzuru, hem de gücünün kaynağını öğrenmek için bu adaları arama işine girişmişti. Kendi heyecanını paylaşan druid ve sırf macera arayışıyla ekibe katılan yarı peri ve mavi saçlı adam da büyücünün içini rahatlatıyordu.
Devam edecek…

3 May 2011

Mutluluk

Bu sabah uyandığımda martı sesleri vardı odamın duvarlarına akseden...Hafif bir mayhoşluk var üzerimde; dün gece terastan içeri rüzgarın ürpertisinden  kaçarken hatırlıyorum en son kendimi..Eşim çocukların peşinde koşturmaktan yorgun düşmüş vaziyette nasıl da masum uyuyordu.Yüzünün o parlak beyazlığı onu ilk gördüğüm andaki kadar netti.Hala çok seviyorum onu,yıllar geçerken de hep seveceğim.

Bu küçük evi alıp almamak konusunda ne kadar çok tereddüt yaşamıştık,yıllar o günden bu yana ne çabuk geçti.Evlendik,çocuklarımız oldu yaşadığımız şehri,işlerimizi değiştirdik.Büyük kocaman bir dünyadan küçük masum ve bir o kadar güzel küçücük bir dünya yarattık kendimize.Bunu yaparken çocuklarımızın geleceği için endişelendik,iyi eğitim alıp alamayacaklarından korktuk.Oysa çocuklarımın benim yorulduğum dünya düzeninden yorulmasını istemiyordum ben.Şimdi onlar için en doğrusunu yaptığımıza inanıyorum.Evimiz çok ferah;az ama öz diye nitelendirebileceğim fonksiyonel mobilyalarla döşeli..Biraz benim,biraz eşimin ortak kararı.O benden daha profesyonel bu konuda,mesleğinden ötürü...

Terasımızın manzarasına bakmaya doyamam hiç..Geceleri kandillerimi yakıp eşimle başbaşa kaldığımız zamanları çok seviyorum.Gerçekten biz olmanın ne demek olduğunu hatırlatıyor bana.Tabi geçinebilmek için yeniden inşa ettiğimiz yaşam ilk başlarda oldukça zordu.Herşeyi sıfırlayarak geldik buralara ama mutluyuz ya;kazandığımız bize de çocuklarımıza da yetiyor.Ne gerek var gereksiz dünya nimetlerine.Benim için onların yüzünde göreceğim gülümseme dünyaya bedel.

Şimdi martıların eşliğinde gidip sıcacık ekmek alacağım ve evimizin vazgeçilmezi günlük gazetemizi.Sonra mükellef bir kahvaltı hazırlayacağım...Hep birlikte yeni güne merhaba diyeceğiz...Her yeni günde ve sonsuza dek...

***Kurgudur***